31 Aralık 2012 Pazartesi

KIRIK ANILAR LİMANI !...

 


   Yeni bir yıla daha giriyoruz.. Gerçekleşememiş hayaller demetinden biri daha kopuyor.. Demet bittiğinde bu, bizim de sonumuzun geldiğini mi gösteriyor acaba ?..Tabii ki değil.. Mutasyona uğrayan her canlı gibi, yeni ortama uyuyor, yeni beklentilere yelken açıyoruz..Vazodaki solan çiçekleri yenileriyle değiştirircesine,biz de umutlarımızı, hayallerimizi yeniliyoruz..
   Çocukken, kaç yaşına kadar yaşamak istediğime dair bir soruya, "2000 yılını göreyim, yeter !" diye yanıt verdiğimi hatırlıyorum.. Şimdi aynı soruyu sorsalar, "Cumhuriyet'in yüzüncü yılını, kuranları hayırla anan bir çoğunlukla birlikte kutlamak isterdim" diye yanıtlarım.. Her şeye rağmen, karşılaştığımız ve maruz kaldığımız her türlü musibete rağmen : "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim.." 
   Güzelyalı'da, Göztepe'de her yürüyüşümde sanki bir köşe başından çocukluğumdan, gençliğimden tanıdığım birileri çıkacak sanıyorum.. Kasap Figo, Kasap Yaşar, Berber Selim ve İlhami, Mavi Köşe, Foto Rüştü ve Fehim, postanenin "az saçlı" müdürü, camcı Şevki, Twiggy Butik ( sahibi olan, semtin ilk uzun saçlı ve sakallı tiplerinden gencin çok güzel liseli bir kızla olan aşkı dillere destandı.. sonunda ailelerini razı ederek evlendiler), "La Jeunesse" pastanesi (Sezen Aksu'yu, ileride meşhur olacağını aklıma bile getirmeden, şiirlerini okurken dinlediğim yer), Göztepe'de bakkal Kenan, berber Halil (Muhtar Ahmet'in kalfası, benim saçlarımdan ne çekmişti !), rahmetli Osman Çırçır ağabeyin kahvesi, İskele Gazinosu ve unutulmaz kadrosu, Yeşim ve Şortan pastaneleri (Gençlik aşklarının filizlenip boy verdiği mekanlar), Ahmet Cücen ağabeyin lokali, Kuloğlu kasabı Ahmet ağabey, oğulları Ali ve Celal, rahmetli olan "doktor" Ergun, "Kastelli" Coşkun, Hürriyet ve "arap" Sülo... "Kör" Alper vardı, ne yapıyor acaba ? "Amerika'ya gideceğim" der, başka laf etmezdi ve sonunda gitti de.. İsveç'e gidenler de oldu .. Ne günlerdi ama..
   Valikonağı'nda ikizler vardı örneğin.. Yaklaşık 1.50 boylarında, belki de biraz daha kısa !.. Şirin tiplerdi.. Yaşlarını da, minyon olduklarından, fazla göstermezlerdi.. Hep ikili gezerlerdi..Avukat olduğu söylenen, yaz kış kısa kollu gömlekle gezen, 1.90'lık filan birini de anımsıyorum.. Sadıkbey'de iki samimi arkadaşım vardı : Ali Ulvi Baradan'ın oğlu, Ümran Baradan'ın kardeşi İsmail ve Tanju Demirbulak.. Tanju'nun oturduğu sahildeki apartmanda, Sibel (Sybil) diye bir kız vardı.. Annesi Türk, babası NATO'da görevli bir ABD'li subay.. Bütün semtin delikanlıları peşinden koşardı..Yaklaşan "serbest aşk" furyasının, hippi felsefesinin  habercisiydi de ondan !..
   Yine şu anda ABD'de yaşayan Şevki Erbezci vardı örneğin.. Fırlamanın önde gideni.. Bir gün Göztepeliler lokalindeyiz.. Darbe öncesi en karışık günler.. Bir gece aniden lokale dalan Şevki, oyun oynayan Hürriyet'in yanına gitti, oturdu ve gayet ciddi bir yüz ifadesiyle, "Yahu arkadaşlar, duvarlara HALKA HÜRRİYET yazmışlar, haberiniz var mı ?" diye sorunca ortada ne oyun kaldı ne bir şey !.. Şakaya maruz kalan Hürriyet ve Süleyman'ın kız arkadaşları Ankara'da üniversitede okuyorlardı. Bir gece otomobille onları görmek üzere çıktıkları yolculukta geçirdikleri uğursuz bir kaza, genç yaşta aramızdan ayrılmalarına neden oldu..
   Yanılmıyorsam, 1972'yi 1973'e bağlayan yılbaşı gecesi için, bir grup arkadaş, Kadifekale'de bir gazinoda yer ayırtmıştık.. Gelecek olanlardan birisi de, askerden izne gelmiş olan, Tanju idi.. Onu alıp birlikte gitmek ve diğerlerine katılmak arzusuyla gittiğimde karşıma büyükannesi çıktı : "aman çabuk yetiş, seninki dağıttı" dedi ve beni banyoya götürdü.. Karşılaştığım manzara şuydu : Üzerinde bahriyeli gömleği ve şortu, kafasına komando gibi bir bant bağlamış bir tip banyonun zemininde oturmuş, önünde küçük bir portatif teyp, çalıp duran bir 45'lik.. Bittikçe tazelenen bu şarkı ise, "Bir Teselli Ver" !.. Yanında da boş bir votka şişesi..Urla İskele'de bir yaz aşkı olarak başlayan ve sonra çok ciddi bir ilişkiye dönüşen "büyük sevda masalı", onun askere gitmesini fırsat bilen kızın ailesinin baskısı sonucunda bitmişti.. O gece ; onu teselli etmek, sızıncaya kadar o şarkıyı arka arkaya dinlemek, sonra büyükannesinin yardımıyla yatağına yatırmakla geçti.. Oradan saat 11 gibi ayrılabildim.. Yine de geri sayıma, limonata tadında bir votkaya ve üç-dört dilim meyveye yetişebildim !.. Arkadaşlık böyle bir şey işte !..
   Saygı ve sevgilerimle, herkesin yeni yılını kutlarım..      
 

26 Aralık 2012 Çarşamba

KAHVEHANELER ...



   Benim kahvehane ile tanışmam 1972 yılında, bitmek bilmeyen okul boykotları sırasında başladı.. 1980 yılında evlenmem ile son buldu. Aslında, 1975-1977 yılları arasında sık sık gittiğim yerlerdi.. Gittiğim ilk kahvehane Bornova'da idi.. İki yıl boyunca devamlı gittiğim iki kahvehane vardı. Önce rahmetli Osman Çırçır ağabey ile ortağı Karşıyakalı Yılmaz ağabeyin işlettiği, Göztepe İskele Gazinosu yanındaki kahvehaneye gittik, daha sonra da Göztepe Şortan Pastanesi yanındaki Göztepeliler Lokaline.. Orayı da, Allah uzun ömür versin, Ahmet Cücen işletiyordu.. Kasada "moruk" lakaplı, son derece gırgır yaşlıca biri vardı ama belleğim bana sık sık ihanet eder olduğundan, şu anda adını hatırlayamıyorum. Ama çay ocağının başında biri vardı ki o unutulmaz : Yıldıray..
   Osman ağabeyin kahvehanesi ilk açıldığında, Perşembe günleri yalnız hanımlara uygulaması başlattılar.. Bundan habersiz gittiğimiz ilk Perşembe günü de unutulmaz !.. İçeride bir curcuna ki görülmeye değer.. Bilardo masasının üzerinde küçük çocuğunun altını değiştiren bir hanımın görüntüsü şu an bile gözlerimin önünde !..  Ne günlerimiz geçti orada.. Bilardo, yeni öğrendiğimiz briç, ohel, king, maça kızı ve okey.. Epey doyurucu olmuş ki, evlendiğim 1980 yılından sonra bir kere bile adımımı atmadım !..



   Türk toplumunda kökü 16. yüzyıla kadar uzanan kahvehane kültürünün İzmir günlük yaşamında, 1950'li yıllarda da önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir..
   Sigara, kahve, çay ve nargile içilen bu mekanların ; mahalle kahvesi, oyun kahvesi, esnaf kahvesi ve sabahçı kahvesi gibi birçok çeşidi vardır. O dönemin gazetecilerinden Nuran Yuluğ ; mahalle kahvelerinde ihtiyar ve orta yaşlılar uyuklamakta veya çeşitli konularda dedikodu ederken, gençlerin de camdan dışarıyı gözlediklerinden bahseder.
   Oyun kahvelerinde tavla, iskambil, altmışaltı, briç, bezik, domino, dama, bilardo ve hatta küçük çocuklar gibi meşe oynanırdı. Çok az kahvede de satranç bulunurdu..
   1950'li yılların İzmir'inde, özellikle Konak ve Kemeraltı çevresinde değişik eğilim ya da meslek gruplarından insanların bir araya geldikleri kahvehaneler vardı. Kemeraltı'da Şifa Eczanesi yakınındaki Hacıalipaşa Kahvesi ve Ragıppaşa Kıraathanesi de dönemin seçkin insanlarının buluşma yerlerinden idi.. İstanbul Şehir Tiyatrosu sanatçıları İzmir'e geldiğinde Ragıppaşa Oteli'nde konaklarlar ve Ragıppaşa Kıraathanesi'nde oyalanırlardı..
   Şükran Lokantası'nın ön tarafında yer alan Şükran Kahvesi ise daha çok öğretmen ve aydın memurların buluşma yeriydi.



   1950'li yılların İzmir'indeki ünlü kahvehanelere bir göz atılacak olursa akla ilk gelenlerden biri, Ballıkuyu'daki Mumcu Kahvesi'dir. 150 yıllık kahvehanenin ilk sahibi, Mumcuzadeler'den Mustafa Bey'dir. Çevredeki Museviler de çoğunlukla bu kahveye giderek meşe oynamaktaydılar.. 1940'lı yılların sonları ve 1950'li yılların başlarında Eşrefpaşa'lı bıçkınların takıldığı bir mekan olarak da ünlenmişti. Kahvehanede koç ve horoz dövüşleri de yapılıyordu..1950'li yılların ortalarında ise, Zeki Müren ve Müzeyyen Senar burada konser vermişlerdi..
   Halil Rıfat Paşa'daki, adını kurucusunun fayton plakasından alan, "Doksan beşin kahvesi" de bu yılların ünlü kahvehanelerindendir..
   Yenişehir Caddesi üzerinde aynalı ve camlı kahvehaneler bulunuyordu. 1950'lerde İzmir Belediye Meclis Üyesi İsmet Uç'un kahvesi, DP'lilerin önemli siyasi toplantılarının yapıldığı bir yerdi..
   Tepecik'deki Aynalı Kahve ve İkiçeşmelik'teki Sanatkarlar Kahvesi, herhangi bir eğlence düzenleneceğinde sanatçı bulmak amacıyla gidilen mekanlardı..
   Altınpark'da Osman Alyanak'ın kahvesi (İhsan Alyanak'ın babası) , Dönertaş'ta Hatuniye Kahvesi, Altınordu Lokali ve Damacılar Kahvesi, Dönertaş'ın karşısındaki Emin'in kahvesi, diğer önemli mekanlardandı..



   Karşıyaka'da ise ; İstasyon Kahvesi, Santral Kahvesi, Fatma Hanım'ın Kahvesi ve Zeki'nin Kahvesi bulunmaktaydı.
   Nargileleriyle ünlü kahvehaneler ise şöyle sıralanıyordu :
Şadırvanaltı Camii yakınındaki Cevdet'in Kahvesi, Kızlarağası Hanı yakınlarındaki kahveler, Kemahlı Kahvesi, Fuar içindeki Menekşe ve Villa Çay Kahvehaneleri, Bostanlı'daki Egemen Kahvesi, Güzelyalı'da Levent'in Yeri ve Eşrefpaşa'daki Hakkı'nın Yeri... Altınpark'taki Osman Alyanak'ın kahvesinde 50-60 nargile bulunurdu ve her nargilenin bir sahibi vardı !.. Akşam camiden çıkan müdavimlerin nargileleri önceden hazırlanır ve sahibi gelir gelmez hemen yakılırdı..
   Fuar'daki Villa Çay adeta bir kahvehanecilik okuluydu. Pek çok kahvehane sahibi buradan yetişmişti..

 

HÜLYA GÖLGESİZ GEDİKLER'in "1950'li Yılların İzmir'i" adlı kitabından alıntılar yapılmıştır.. 
   

21 Aralık 2012 Cuma

ÇOCUKLUK DÖNEMİMİN SİNEMALARI..

      

   1950'lerin başlarında İzmir'de ve yakınlarında toplam on iki kapalı sinema bulunuyordu. Merkezde yedi, Karşıyaka'da üç, Bornova'da ve Buca'da ise birer sinema..
   İzmir'deki Elhamra ve Tayyare sinemaları İstanbul Beyoğlu ve Avrupa sinemaları ayarındaydı. Milli Kütüphane'nin bitişiğindeki Elhamra ; içindeki fresk türü resimleri, büyük avizesi, yuvarlak arkalıklı ve sert vinil döşemeli koltukları ( son yıllarında çok gıcırdaması rahatsızlık veriyordu ) , muhteşem bordo-kırmızı kırmalı sahne perdesi ile güzel bir sinemaydı.. Genellikle Cumartesi günleri annemle 14:15 seansına gittiğimiz bu sinema aynı zamanda benim tiyatro ile ilk tanışmama da vesile olmuştu.. Yanlış anımsamıyorsam Nisan ayında İzmir turnesine gelen Kenter Tiyatrosu, üç-dört oyununu burada sergilerdi.. Yıldız Kenter, rahmetli Müşfik Kenter ve Şükran Güngör, Pekcan Koşar, Kamuran Yüce gibi aktör ve aktrislerin o doyumsuz sahne şölenlerini unutmak mümkün değil..1960'ların başlarında izlediğim Necati Cumalı'nın Nalınlar ve  Derya Gülü ; Anton Çehov'un Martı'sı ; Hidayet Sayın'ın Pembe Kadın adlı oyunlarını hala anımsıyorum..
   Sinema filmlerinden de unutamadıklarım : Normandiya çıkartmasını anlatan En Uzun Gün, Üç Silahşörler, Monte Cristo Kontu, Neşeli Günler (The Sound of Music), annemin çok sevdiği Romy Schneider'in oynadığı Sissy serisi.. Bol figüranlı büyük prodüksiyonlardan Ben-Hur, On Emir, Kleopatra.. Çocukluk düşlerimin sanal mimarları !..  
   Kordon'daki Tayyare Sineması ise genellikle gözlerden uzak olmaya çalışan aşıkların tercihi idi. Annemle gidemediğimiz Cumartesi günleri beni sinemaya götürme görevi, benden on yedi yaş büyük, en küçük dayıma kalıyordu !.. Uzun boylu, yakışıklı ve benim çocukluk idolüm olan dayım ve kız arkadaşının yanında, bazen kendimi istenmeyen bir piknik sepeti gibi hissettiğim bir sinema idi Tayyare.. Bu sinemaya daha 1940'lı yılların başında Carrier klima sistemi kurulmuş fakat, kentteki elektrik voltajının düşüklüğü nedeniyle, ancak 1950'lerde çalıştırılabilmişti !..

   

   Bunların dışında Mezarlıkbaşı'nda ; Yeni, Saray, Lale, İnci ve Tan sinemaları ; Gaziler Caddesi üzerinde, 1951 yılında açılan 2187 koltuklu Büyük, Yıldız, İkbal ve Kulüp sinemaları yer almaktaydı.. Bunlardan Yeni, Yıldız, İkbal ve Kulüp sinemalarına gittim, diğerlerine gitmek nasip olmadı.. Yeni Sineması, renkli filmlerin daha iyi izlenebilmesi için 1956 yılında, yalnızca İstanbul'daki bir sinemada bulunan, "Sunnyscreen Panoramik sinemaskop" diye adlandırılan gümüş fosforlu perde kurmuştu..
   Yine gitmediğim sinemalar arasında yer alan, Eşrefpaşa'da 1950'lerin sonlarında açılan 1127 koltuklu Şenocak, Kemalpaşa Caddesi üzerindeki Ses sinemaları da vardı..
   Kemeraltı'nda Os-Ka Pasajı içinde, yine 1950'li yılların sonunda açılan Konak, sonraki yıllarda açılan, İkinci ve Üçüncü Beyler arasındaki Şan ve Üçüncü Beyler Sokağını Kemeraltı'ya bağlayan kısa yol üzerinde Sema ve Midhatpaşa Caddesi üzerinde, Küçükyalı'daki Köşk Sinemasını da saymak gerekir.. Köşk, 1957 yılı Nisan ayında açılmıştı. İyi bir havalandırma ve serinletme düzeneğine sahipti ve kışlık sinemalar içinde en fazla kadın seyircisi olan sinema idi..
   Karşıyaka'da ise ; Melek, Ferah ve Elif sinemaları bulunuyordu. Oynattıkları filmlerin genellikle ikinci vizyon olması nedeniyle, sinemasever Karşıyakalılar iyi filmleri izlemek için İzmir sinemalarını tercih ediyordu.
 
   

   Bir de İzmir'in olmazsa olmazı açık hava sinemaları vardı.. Genellikle mahalle aralarında yer alan bu tip sinemaların sayısı 1957'de altmış kadardı..
   En belli başlı olanları sıralamak gerekirse ;
   Eşrefpaşa'da : Şenocak, Mumcu, Bahar ve Lozan ; Mektupçu'da : Çamlık ; Alsancak'ta : Ege, Ünüvar, Şölen ve Yeni Ses ; Köprü'de : Venüs ; Karataş'ta : Enhoş ; Karşıyaka'da : Zafer ve İpek ; Alaybey'de : Hale ; Örnekköy'de : Yeşilbahçe ; Bayraklı'da : Işık ; Tilkilik'te : Altınordu ; Buca'da : Nurpark ; Bornova'da : Ses ;  Kahramanlar ve Kestelli'de Doğan sinemaları sayılabilir..
   Güzelyalı'da ise ; Gözümoğlu, Sahil ve Vadi sinemaları sayılabilir.. Bir de Holywood sinemasından bahseden bir kayıt gördüm ama ben ona yetişemedim herhalde.. 1964'den önce kapanmış olması  gerekiyor..
   Eşrefpaşa'daki Lozan Sineması yabancı film oynatırdı. Az eğimli bir arazide, setler halinde üç katlı olan sinema, 3 binden fazla izleyici alabilecek kapasitedeydi !.. Perdesi üç katlı bir ev yüksekliğinde olan sinemanın büfesi de neredeyse bir mahalle kahvesi büyüklüğündeydi..


15 Aralık 2012 Cumartesi

ESKİ İZMİR'İN İLK SİNEMALARI..


  

"İzmir, bir prenses gibidir,
 Güzel şapeli ile,
 Çağrısını durmadan yanıtlayan
 Mutlu baharı ve..
 Bir vazo içindeki çiçekler arasında
 Gülümseyen kümeler gibi, denizinde
 Adeta oyulmuş adacıkları ile.."

  Victor Hugo'nun bile yukarıdaki satırlarda hayranlığını gizleyemediği, Asya Türkiyesi'nin en büyük kenti İzmir'de açılan ilk sinema, 1909 yılında "Pathé Freres Sinematografhanesi" adıyla açılır.
  "Sinema" İzmirliler için ilgi gören bir şenliktir. Ama aynı zamanda iyi gelir sağlayan bir sanat etkinliği ve bir gösteri.. Belki de bu nedenledir ki, Pathé Sinemasındaki ilk gösterilerden başlayarak İzmir'in yoksul insanlarına yardım etmek için gösteriler yapma geleneği uzun yıllar sürecek, bu özel gösterilerden sağlanan gelir, yardım gerektiren yerlere aktarılacaktır..
  Ahenk Gazetesi, Pathé Sinemasının yeni programının 13 Ocak 1910'dan itibaren başlatılacağını bildirir. "Yemekten evvel ve sonra gösterilecek fevkalade manzaralar"  ile belgesellerden söz edilmektedir. Bu belgesellerden biri hükumetin özel izniyle beş metre kadar yakınlaşarak çekilmiştir. Bu, Osmanlı Padişahı Beşinci Mehmed Reşad'ın hazır bulunduğu bir resmigeçittir ve Pathé Freres kameramanları tarafından çekilmiştir..
  Sinema ile İzmir'de hayat gerçekten değişmiştir. "Ramazan-ı Şerif"e özgü gösteriler düzenlenmekte, iftar namazından sonra "vasati saat 9:30" da kent halkı Kordon ya da Beyler Sokağındaki ya da İkiçeşmelik'teki sinema salonlarına çağrılmaktadır. Geleneksel Türk tiyatrosu etkinlikleri, ünlü "hayal" gösterileri geride kalmış, sinema ön plana çıkmıştır.. Kısa belgeseller, komediler, trajik olayların anlatıldığı filmlerden oluşan bu programlar ya da bazen bir orkestra eşliğinde izlenen "yaşayan resimler" İzmirlilerin sosyal yaşantısını da etkileyecektir. Ama öyle görülüyor ki, bir kısım İzmirli sinemadan hoşnut değildir. 18 Şubat 1912 tarihli Ahenk Gazetesinin haberine göre ; Müslüman izleyiciler sinemaya gitmenin günah olup olmadığı, dinsel açıdan uygun olup olmadığı ile ilgili bir tartışma başlatmış, İkiçeşmelik çevresinde oturan kişiler topladıkları imzalar ile bir dilekçe hazırlayıp şehrin valisine başvurmuşlar ve "mukadderat-ı İslamiye"nin sinematografhanelere girmesini yasaklamasını istemişler.. Bunu başardıkları da anlaşılıyor çünkü, Vali Celal Bey'e, İkiçeşmelik ahalisince altı yüzden fazla imzayı içeren bir teşekkür mektubu sunulmuş !..
  Bu yasaklamanın Müslüman İzmirliler üzerinde ne denli etkili olduğu, yasağın ne denli sürdüğü ve uyulup uyulmadığına dair fazla bir bilgi olmasa da ; gösteriler Karşıyaka'ya ve Kokaryalı'ya da sıçramıştır..
  O yılların sinema salonları sadece bir eğlence merkezi değil, aynı zamanda bilgi alma alanıdır. Belgeseller ve "Pathé Gazetesi" (Journal) sinemaların değişmez gösteri malzemesidir. Dünya ve Türkiye, çok merak edilen Osmanlı Padişahı, Birinci Dünya Savaşı günleri, sinema salonlarında öğrenilmektedir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı'nı görerek "Harp Gazetesi"nden izlemiştir İzmirliler. 1915 Haziran ayında Milli Kütüphane Sineması "Harp Gazetesi" gösterdiğini duyurarak izleyicisini çoğaltmaya çalışmaktadır. Aynı salonlar kuşkusuz propaganda amaçlı filmlere de sahne olur ya da çok beklenen anların ya da olayların tanıklığına da..
   1922 Aralık ayı.. İkiçeşmelik'teki Ankara Sineması, Sakarya Meydan Muharebesi-Türk, Yılmaz, Yıkılmaz" filmini göstermektedir ; şöyle bir ilan ile :
"Alçak Yunan'ın ciğergahına saplanan parlak süngülerimiz düşmanı Sakarya'da nasıl boğdu ? Cesur teyyarecilerimizin düşman teyyaresini iskatı (düşürmesi), kahraman süvari ve akıncılarımızın kundakçıları kılıçtan geçirmesi, muktedir (etkili, güçlü) topçularımızın düşmana göz açtırmayan şarapnel yağmurları ve bütün bu hakikaların muhterem mürettibi (düzenleyicisi) büyük gazimiz Mustafa Kemal Paşa ve onun büyük kıymetli arkadaşları bugün İkiçeşmelik'teki Ankara Sineması'nda gösteriliyor. Esir kafileleri ve saire ayrıca büyük bir facia dramı. Her Cuma ve Salı saat 2:00'de hanımlara, her gün saat 5:00'te beylere.. 
Ankara Sineması.  Müdür Cemil.."
  Sinema sadece salonlarda yaşanan bir olay değildir.  9 Eylül 1924'de, İzmir'in kurtuluş bayramında ; törenlerde bulunmak üzere Ödemiş, Aydın ve diğer bölgelerden insanlar akın akın gelmektedir. Aynı töreni çekmek için Kemal Film operatörlerinin de İzmir'e geleceği belirtilmektedir.
  İzmir, 1950'li yıllara dek sinema hayatının varlığı ve canlılığı açısından İstanbul'dan sonra gelen ikinci kent olma özelliğini korumuştur..


  

( OĞUZ MAKAL'IN YAZILARINDAN DERLENMİŞTİR )
        

9 Aralık 2012 Pazar

1950'Lİ YILLARDA İZMİR'DEKİ EĞLENCE MEKANLARI..



   İzmir'in eğlence mekanları Kültürpark, Kordon ve Basmane'de yoğunlaşmış durumdaydı. Kordon'da gece kulüpleri ve barlar, Kültürpark'ta çay bahçeleri ve Basmane'de ise çoğunlukla bar ve meyhaneler.. Bunların dışında değişik semtlere dağılmış bazı meyhane ve gazinolara da rastlansa bile yine de o dönemde bazı köşe yazarları,ailelerin gidebileceği çok fazla eğlence yerleri olmadığı için, insanların evi ile işi arasında sıkışıp kalmış olmasından şikayetçiydiler..
   Dönemin eğlence mekanları olarak ; İzmir Palas, Ankara Palas, Tüccar Kulübü, Fuar Pavyonu ve Deniz Lokantası gibi yerlerin dışında, Kadifekale'deki birkaç bahçe ve gazino da sayılabilirdi..



   Ankara ve İzmir Palas'ın daha çok özel müşterilerine, Tüccar Kulübü'nün de üyelerine hizmet vermeleri nedeniyle, İzmirlilerin ailece gidip eğlenebilmeleri için gerçekten de çok fazla mekan seçenekleri yoktu..Bütün bunları Jerfi Yener, 3 Temmuz 1950 tarihli Yeni Asır'daki köşesinde yazmış...
   Aileler de bu durumda, içeceklerini ısmarlamak koşuluyla, kendi getirdikleri yemekleri yiyerek program izleyebilecekleri gazino ve çay bahçelerini tercih ediyorlardı..
   Barlar ve gece kulüpleri ise genellikle, erkeklerin yalnız gitmeyi tercih ettikleri yerlerdi. Ayrıca bir de, erkeklerin genellikle iş çıkışında uğradıkları meyhaneler vardı. Çoğunlukla İkiçeşmelik, Kemeraltı, Basmane ve Kordon'da bulunan bu meyhanelerin bazılarını saymak gerekirse ; Hem Basmane hem de Birinci Beyler'de bulunan Bodrum Palas meyhaneleri, yine Birinci Beyler'de Hamit Ağa'nın meyhanesi, Üçüncü Beyler'de Mehmet'in Meyhanesi sayılabilir..
   Genellikle yoksul insanların ve işçilerin ağırlıkta olduğu Basmane semtinde, iki yüz metrelik bir mesafe içinde hepsi de dolu olan, irili ufaklı on altı meyhane vardı..Bazıları bu meyhanelerde demlendikten sonra evlerine gitmez, Kordon'da bulunan sazlı bar ve gazinolarda geceye devam ederlerdi..
   Kordon'da, yabancı gemilerdeki asker ve tayfaların da tercihi olan bazı barların adları şöyle idi : Ege Bar, Şen Bar, Narin Bar ve Kapri Pavyonu.. Buralarda daha çok yabancı müzisyenler ve konsomatrisler çalışırdı.         Bu bilgiler de 28 Kasım 1954 tarihli Demokrat İzmir Gazetesinde çıkan, Nuran Yuluğ imzalı  "İzmir'de Gece Hayatı" adlı yazıdan..
   Kapri Pavyonu, Kordon'daki Atatürk heykelinin , Konak yönüne doğru, biraz ilerisindeydi ve sahibi Kamil Esen idi. Burada Yunan, Alman, İspanyol, Fransız ve İtalyan şarkıcı ve dans grupları program yapmaktaydı. Alsancaklı genç çiftlerin ve özellikle Amerikalıların uğrak yeriydi.
   1955 yılında Kordon'daki Gazeteciler Cemiyeti Lokali'nin  alt katında Sibel Gazinosu açılmıştı. Gazinonun açılış kokteyline bürokratlar, konsoloslar ve İzmir'in seçkin çevreleri katılmıştı. Gazinoya isim bulunması amacıyla sahibi tarafından, 250 lira ödüllü bir yarışma düzenlenmiş ve yarışma sonucunda, Kadifekale'nin antik dönemdeki adı olan "Montpagus" seçilmişti. Ancak, açılıştan birkaç ay sonra çıkan 6-7 Eylül Olayları nedeniyle bu isme karşı eleştiriler olması yüzünden "Sibel" adı tercih edilmişti..
   Ayrıca, deniz manzaralı Kovadis Pavyonu vardı. 1955'de Acilla Kaporalini adında bir İtalyan ile eski sporculardan Turhan Ertopçu'nun ortaklaşa açtıkları bir yerdi. Geceleri müzikli, danslı programları olan bu yer gündüzleri de restoran olarak hizmet vermekteydi. Burası da Amerikalılar tarafından tercih edilen eğlence mekanlarındandı..

    

   Gelelim Kültürpark'a..  Hem yemekli hem yemeksiz bölümü olan Göl Gazinosu, Ada Gazinosu, Paraşüt Kule Gazinosu, Akasyalar Çay Bahçesi, Recep Özgen Çay Bahçesi, Küban ve Mogambo gece kulüpleri de buranın ünlü mekanlarıydı.. Ayrıca Fuar Açık Hava Tiyatrosu yakınındaki Atış Poligonu Gazinosu, İbrahim Dulmüge tarafından işletiliyordu ve burada alkollü içki bulunmuyordu.. İnsanların atış yaptıktan sonra Osmanlı ve Rum mutfağından yemekler yediği bir yerdi..
   Fuar'daki diğer önemli yerler ; Fuar Gazinosu, Tenis Kulübü ve Çamlık Senar Gazinosu idi.



   1950'li yıllarda, Bahribaba Parkı olarak adlandırılan Varyant'taki parkta, şimdiki orduevinin bulunduğu yerde, İsmet Gazinosu bulunmaktaydı. 1940'lı yılların bu ünlü eğlence mekanı, 1950'lerde varlığını sürdürüyor olsa da, bulunduğu alan istimlak edileceğinden dolayı artık eski ününü kaybetmiş durumdaydı. Bu yıllardaki adı "Bahribaba Sahilpark Gazinosu" idi..
   Ünlü çay bahçelerinden birisi de, Basmane'deki Ali Ulvi Çay Bahçesi idi. Kadınlı erkekli herkesin gidebildiği bu mekanda, genellikle yerli sanatçılar program yapardı. Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Şükran Ay burada kendi saz takımları eşliğinde program yapmışlardı. Gönül Yazar ve dansöz Nana da bu çay bahçesinde sahne alanlardandı. 1960 yılında değişiklikler yapan, dekorunu yenileyen mekanda çok sayıda yerli sanatçının yer aldığı zengin bir program hazırlanmış, içkili bölümü ise "Işık Gazinosu" adıyla hizmet vermişti..
   Varyant'ta bir de, belediyeye ait, Turistik Şato Restoran ve Gazinosu vardı. 1953'de yapımına başlanan ve önceleri "Şark Kahvesi" olarak adlandırılan, 238.000 liraya mal olan bu mekan için, 1 Mayıs 1954 tarihli Ege Ekspres Gazetesinde şöyle bir yazı yayınlanmıştı :
"Şehrimizin en güzel turistik müesseselerinden biri halinde belediyenin inşa ettirdiği bu modern eser ; binası, salonları, açık hava terasları, özel yemek salonu, Şark köşeleri, havalandırma düzeneği, avizeleri, civarındaki sokağın süs fenerleri, Türk halı ve kilimleri şeklinde renkli mozaik döşemeleri ile Türkiye'nin hiçbir yerinde mevcut olmayan modern bir kahvehane ve lokantadır.."
   Dekoru nedeniyle "Şark Kahvesi" olarak adlandırılan gazino, belediye tarafından Recep Özgen'e kiraya verilmişti. Sonradan, gazinoya "Şato Restoranı" adı verildi ve 29 Ağustos 1954'de düzenlenen bir kokteylle hizmete girdi..
   22 Ekim 1954 tarihli Ege Ekspres'te şöyle bir ilan çıkmıştır :
"ŞATO  Restoranı Vali Rahmi Bey Parkı üzerinde bugünden itibaren Sayın İzmir Halkına öğle yemeklerinde tabldot ihdas etmiştir. Dört kap yemek, ekmek-su dahil 4 lira..
NOT  : Akşamları 20:30'dan  gece 3:00'e kadar Salon ve Caz müziği ; her Pazar gündüz 16:30'dan 19:00'a kadar aileler için danslı matine.."
   
   1955 yılında Irak Kralı İkinci Faysal'a burada yemek yedirilmiş, yemek sırasında ünlü dansöz Nana da gösteri yapmıştı..
   1956'da ise İran Şahı ile eşi Kraliçe Süreyya'ya, yine Şato'da, öğle yemeği yedirilmiş ; Necdet Yazar, yemek sırasında yarım saat sanat müziği programı yapmıştı. O günün anısına, ünlü konuklar Necdet Yazar ve diğer sanatçılara "dana gözü" büyüklüğünde ince birer altın hediye etmişlerdi...

(HÜLYA GÖLGESİZ GEDİKLER'İN "1950'Lİ YILLARDA İZMİR" ADLI KİTABINDAN ALINTILAR YAPILMIŞTIR..)

5 Aralık 2012 Çarşamba

ESKİ İZMİR'DE GAZİNOLAR !...

 



   Çok kozmopolit bir nüfus yapısına sahip olan İzmir kentinde, özellikle yabancı kökenlilerin ve bazen de yerli azınlıkların, bir takım sosyal kulüpler kurdukları görülmektedir. Bu kulüplerin Levantenler tarafından başlatıldığını da söylemek mümkündür. Üyelik statüsüyle kapılarını başkalarına kapalı tutmak ve sorunlarını kendi içlerinde çözümlemenin yanı sıra, yine kendi aralarında eğlenme ve vakit geçirme işlevlerini yürüten bu Batı kulübüne tepki olarak, buraya kabul edilmeyen diğer bazı toplumların da daha sonra yine kendilerine özgü sosyal kuruluşlar içinde örgütlendiklerini görüyoruz. Böylece İzmir, zaman içinde hemen bütün toplumların kendi içlerinde bir araya geldikleri çeşitli kulüplere sahip olmaya başlamıştır. İzmir'in Türk toplumu ise bu çeşit sosyal gruplaşmalara pek itibar etmemiştir...
   Zamanla, Avrupalıların ve Levantenlerin kurduğu kulüplerde üyelik başvurusunda konulan katı kurallar yumuşamış, 19. yüzyılın ikinci yarısında ise bu gelişme daha da belirginleşmiştir..
   1835 yılına ait bir gezi notunda ( Charles G.Addison, "A Journey to the East" ) şunlar yazıyor :
"Frenk Gazinosuna normalde Türkler, Ermeniler ve Museviler gibi Rumlar da kabul edilmezler. Avrupalı olmayan birinin Frenk gazinosuna kabul edilmesinin gazinonun saygınlığına gölge düşüreceği düşünülür.. Bununla birlikte, son günlerde bu katı tutumun değişmekte olduğu görülmektedir. Kenti terk edeceğim günlerde, bazı Rum ve Ermenilerin Frenk Gazinosu üyeliğine aday gösterildiklerini ve bu önerilenlerin büyük olasılıkla kabul edileceklerini duydum. Bizzat tanık olduğum büyük bir yenilik de, İzmir Zaptiye Komutanı Hacı Bey'in ve iki diğer genç Türk'ün gazinoda verilen balolardan birinde hazır bulunmalarıydı. Böylece, Avrupalı giysisi giymemiş kişilerin gazinoya kabul edilmeleri ilk defa görülen bir olay olmuştu.."
   19. yüzyılın ikinci yarısında, Marina üzerinde, "Great Smyrna Hotel" (Büyük İzmir Oteli) ile Salvo'nun Oteli arasında, İngiltere Konsolosluğuna bitişik olan GAZİNO, bir İzmir gazetesi olan La Spectateur Oriental'in 3 Ocak 1822 tarihili sayısında yazıldığına göre, Osmanlı kentlerinde kendine özgü bir sosyal kulüp anlayışının o dönemdeki tek örneğidir..
  On iki değişik toplumun bir arada ; kalabalık, kibar ve seçkin bir topluluğu bir araya getirebilmek için ortak bir çaba harcadığı böylesine bir kuruluşun, İzmir dışında hiçbir dünya kentinde bulunmadığı sanılmaktadır.    Burası birçok adla adlandırılıyordu : Gazino, Casino, Frenk Gazinosu, İzmir Gazinosu, Casino Europeén,   
ya da Cercle Levantin...   

  Yabancı donanmalara ait gemilerin gruplar halinde ya da tek tek, İzmir limanında demirli bulunmadıkları bir zaman hemen hemen yok gibidir. Bir örnek vermek gerekirse, 1841 eylülünde limanda ; bir Avusturya, bir İngiliz ve iki Fransız savaş gemisinin aynı anda demirlemiş olduğu ve bir diğer Avusturya gemisinin de gelmek üzere olduğu, L''cho de L'Orient gazetesinin 18 eylül 1841 tarihli nüshasında yazmaktadır..

  Fransız Hervé ve David H. Finnie adlı yazarlara göre ; 1836 yılında Gazino'da dans olarak yalnızca vals ve kadril yapılıyordu. Vals o kadar seviliyordu ki, orkestra kadril çaldığında da çoğu kez vals yapılırdı !..
  "İzmir kadar, kadınların kötü vals yaptığı bir başka yer görülmemiştir.."  Hervé şöyle devam eder : "İzmirli genç hanımlar kadar dansı seven olamaz. Bazı hallerde, gemilerde kahvaltı ve balo davetleri verildiğinde ; sabah saat 11'den akşamın 7 ya da 8'ine kadar dans edildiği görülür.. Daha sonra aynı genç hanımların, giysilerini değiştirip, saat 10 civarında Gazinoya gitmeleri ve ertesi sabah saat 9'a kadar dansa devam etmeleri olağandır.." ( RAUF BEYRU, "19. YÜZYIL İZMİR'İNDE YAŞAM" )  

  Bezmi Nusret Kaygusuz, "Bir Roman Gibi"  adlı kitabında 19. yüzyıl İzmir gazinoları için şunları yazar :
"Müslümanlarla Hristiyanları ayıran sınır çizgisi üzerinde oturanlar mesafenin azlığından yararlanarak, bazı geceler İzmir'in en tanınmış semti olan Kordon'a giderlerdi. Kordon'da en fazla görülen şeyler ; uzun bir sahil, onun üzerinde sıralanan Kraemer, Poseidon, Kloaridis, Kafe Korso ve benzeri gazinolarla, tiyatroların renkli ışıkları ve gezintiye çıkan Rum dilberleriydi.. 
  Vapurla İzmir'den geçen bir yolcu, elektrik ışıklarını karşıdan görünce, burada refah ve saadet,n kaynaştığını zannederdi. Halbuki o refah ve saadet yalnız Hristiyanlara özgüydü. Onlar aralarında özel eğlenceler düzenlerlerdi. Onların ebedi toplantı yerleri, hatta avcılığa ait kulüpleri bile vardı.. Evleri çoğunlukla havagazıyla aydınlatılırdı. Türk evlerinde ise, beş numaralı gaz lambası yanar, ışıktan çok, çevreye petrol kokuları saçardı.."
    

1 Aralık 2012 Cumartesi

ESKİ YILLAR İZMİR'İNDEN İKİ OLAY !..

  Sultan Dördüncü Mehmed daha sekiz yaşında bir padişah, babaannesi Kösem Sultan, hem onun hem de tahtının gerçek ve etkin bir koruyucusu idi.. Sadaret, yeniçeri ağalığından gelme Kara Murad Paşa'nın üzerinde bulunuyordu. Şeyhülislam da Bahai Efendi idi. Padişah daha çocuk, vasisi de kadın olduğundan, devlet bu iki adamın ellerinde dönüyordu..
  Bu sırada İzmir'de bir olay oldu...
  "Bir İngiliz, İngiltere'nin İzmir Konsolosundan olan 200 bin akçeyi geçen alacağını ; İzmir kadısı Hemşizade'ye başvurarak dava yoluyla geri almaya girişmiş, kadı konsolosu huzuruna çağırmış, borcunu ödemeye mahkum etmiş, fakat konsolos kararın bildirilmesinden sonra derhal mevcut olan anlaşmayı çıkararak : 'Bir İngiliz'in bir diğer İngiliz ile 200 bin akçeden az bir davası olduğunda İslam kadıları davaya bakarlar, eğer 200 bin akçeden fazla olursa, bu dava İngiltere'de görülür' koşulunu okumuş ; ancak biraz sert bir tavırla, gurur ve hakaret dolu bir davranış ve eda ile okuduğundan kadı kızmış, sorunu Şeyhülislama yazmış İngilizlerin Venediklilere kalyon, barut, ve saire sattıklarını da yazısına katıştırmış ; Şeyhülislam kadının mektubunu sadrazama yollamış fakat kurnaz vezir, işlerinin çokluğundan söz ederek Şeyhülislama iade etmiş ve bu sorunu onun çözmesini istemiş..Bunun üzerine Şeyhülislam İngiltere Elçisini çağırtmış ve hakaretler ederek İngiltere'nin İzmir Konsolosunun azlini istemiş.. Elçi, 'Onu ben atamadım ki, ben azledeyim' demiş, bu yanıtı Şeyhülislamı iyice sinirlendirerek, 'Venediklilere gemi, barut satıyorsunuz, bu bize düşmanlıktır' diye Elçinin yüzüne haykırmış. Elçi de, 'Ticaret serbesttir, isterseniz size de satalım ! ' diye ikinci kez ters bir yanıtla karşılık verince olay çığırından çıkmış, büyümüş, dallanıp budaklanmış..
  Hiddeti son dereceyi bulan Şeyhülislam, Elçiyi derhal ahıra hapsettirmiş. Bu olay duyulur duyulmaz yeniçeri ağaları telaşla toplanmış, 'ne zamandan beri bir Venedik ile başa çıkamamışken ; İngiltere gibi büyük ve güçlü bir ulusla nasıl başa çıkacağız ! Hem Elçiye zeval yoktur..' diyerek, Şeyhülislamdan Elçiyi serbest bırakmasını istemişler.. Fakat öfkesi hala sürmekte olan Şeyhülislam, yeniçeri ağalarının bu başvurularına şiddetle karşı çıkmış.. Bunun üzerine ağalar Saray'a başvurarak Şeyhülislamın azlini istemişler. Zaten Şeyhülislamın bazı kereler kendisininkini bile geçen nüfuzunu kıskanmakta ve onun için de fırsat kollamakta olan Sadrazam, Saray'ı Şeyhülislamın azline razı ederek yerine Rumeli Kazaskeri Aziz Efendi'yi atamış, İngiltere Elçisi de ahırdan çıkartılmış !.."



  Bir başka olay daha...
  1870 yılı nisan ayı başlarında İngiliz asilleri ve bilim adamlarından Lord Manchester ve ünlü avukatlarından Lloyd'un da içinde bulunduğu, kadınlı erkekli sekiz kişiden oluşan bir seyyah kafilesi ; yüzyıllarca önce İranlılar ile Yunanlılar arasında meydana gelmiş olan ünlü Maraton savaşının yapıldığı yeri gezmek ve incelemelerde bulunmak amacıyla İngiltere ve İtalya elçiliklerinin başkatiplerinin de birlikte bulunmasıyla ve beş adet kavas ve askeri bir birliğin koruması altında Maraton'a gitmişler, fakat akşam üstü yine Atina'ya dönerlerken yolda 10-20 kişilik, tepeden tırnağa silahlı bir haydut çetesinin hücumuna uğramışlardı. Eşkıya, seyyahların kavas ve korucularını kovduktan sonra kadınlarla çocukları da salıvermişler, fakat kendilerine 30.000 İngiliz Lirası gönderilmedikçe erkeklerini bir daha dünya gözüyle göremeyeceklerini söylemişler ; çaresiz kadınlar da, romantik bir şekilde akıllarına soktukları eski Yunanlılar ile bu yenilerinin arasındaki büyük farka şaşakalmışlardı..
  Atina'ya gelişleriyle hükumete haber vermeleri de bir olmuştu. Şaşkınlıklarını artıran ikinci bir nokta da hükumet katına başvurmalarına pek de aldırış edilmemesi idi. Kadınlar derin bir umutsuzluğa düştüler ve çok geçmeden erkeklerinin haydutlar tarafından parçalandığı haberini aldılar. Çete, kendilerine gönderilecek paranın gelmesini bekleyecek kadar olsun, iyi niyet göstermemişti..
  İngiltere bu olay üzerine küplere bindi. Eşkıyaların yakalanıp aynıyla cezalandırılmasını istedi. Yunan hükumeti derin üzüntülerini, adaleti yerine getireceğini bildirmekle beraber, "Tazıya tut ! Tavşana kaç ! " demeyi de unutmadı !..
  İngiltere, Yunanistan tarafından gönderilen Yunan cezalandırma kuvvetinin, seyyahların haydutlarca öldürülmesinden önce mi sonra mı gönderildiklerinin araştırılması için İstanbul'daki elçisinin Atina'ya gitmesini istemişti. Yunanistan'da, bu durumu kurtarmak için, tutulan birkaç adam ; ya olayla hiçbir ilgisi olmayan, ya da çetenin en önemsiz üyelerinden olan kimselerdi. Asıl reislerin Anadolu kıyılarına çıktığına kesin gözle bakılmaktaydı..  
  Bu arada, mayıs ayı başlarında da, yani olaydan bir ay sonra, kimlik ve kıyafetleri şüpheli yedi adamın Kuşadası'na çıktıkları İzmir Vilayetine ihbar ediliyordu. Bunların İngiliz gezginleri öldüren haydutlardan bazıları olduğuna kesin gözüyle bakan Vilayet,  yakalanmaları için üstlerine derhal kuvvetli bir jandarma müfrezesi gönderdi.
  Kuşadası'na çıkanlar uzun süre bulunamadı..
  Yunanistan'da yakalananlardan beşi kelleleri uçurulmak suretiyle idam edildi.. Biri müebbet küreğe mahkum oldu, bir diğeri de önemli açıklamalarda bulunacağını söylediği için tekrar hapse atıldı..    

( AHMET RASİM, "OSMANLI TARİHİ", c.2, s. 667-671 )    

22 Kasım 2012 Perşembe

BİR İZMİR DEREBEYİ !..



   İzmir'de Yalılar semtinin henüz mevcut olmadığı 19. yüzyıl ortalarında, Karataş'ta iki ev, bir koltuk meyhanesi ve bir de, sonradan "İngiliz Bahçesi" diye adlandırılacak olan, Katipzade Ömer Efendi Bahçesi vardır.. Karantina, Göztepe, Kokaryalı boş araziden ibarettir. Yalnız küçük bir karakol bulunmaktadır..
  Katipzadelerin, sonradan askeri hastane olan, Karantina'daki binasına ise, ta Sultan Mahmud zamanında el konulmuştur. İncelenen vakıf senedine göre ; aile Osman Efendi isimli bir Müslüman'dan başlıyor. Gittikçe nüfuz ve kudretini artıran aile derebeyliğinin en üst noktasına erişmiştir.
  Osman Efendi'nin oğlu Ahmed Reşid Efendi ; Halim Ağa Çarşısının köşesindeki mescit ile, Kestelli Caddesi üzerindeki Katipzade Medresesini, Başoturak'taki sebili yaptırıp vakfetmiştir. Kendisinden sonra oğlu Osman Bey, ondan sonra Osman Bey'in oğlu Hacı Mehmed Efendi derebeyliği yapmışlardır.. Fakat bu ailenin hüküm ve nüfuzu, İkinci Mahmud'un tahta geçmesiyle birlikte sona ermiştir.
  Katipzade Derebeyliği şimdiki hükumet binasının yerinde bulunan geleneksel, asırlık konaklarında (üstte) işleri yönetir ve yine aynı binada otururlardı ; ancak Karantina'da bulunan, sonradan askeri hastane olan bina ise onların yazlık evleriydi.. Bunlardan başka, Eşrefpaşa ile Bozyaka arasındaki Katipoğlu mevkiinde bir konaklarıyla, Bayraklı-Bornova arasında büyük bir çiftlikleri vardı. Ancak bu son iki binada asıl derebeyleri değil, kardeşleri, akraba ve yakınları, çoluk çocuk otururlardı.. Katipzade Mehmed Efendi'nin vapurda boğdurulmasından sonra İzmir'e gelen Müsellim (kaymakam) Hüseyin Bey, Mehmed Efendi'nin oğlu Osman Bey'i de bu çiftlikte zehirletmişti..
  Bu ailenin Çerkez Hüsrev adında bir kölesi varmış. Saraya ya hediye olarak vermişler, ya da satmışlar ; fakat sonra bir gün bu esir Kaptanpaşa olmuş, donanma ile İzmir' gelmiş. Katipzade Hacı Mehmed Efendi, eski kölelerini konağına davet etmiş. Hüsrev Paşa bu daveti kabul etmiş, ertesi gün de Katipzade'yi gemisine davet etmiş. Ziyafet sırasında görüşürlerken Katipzade'ye :
"Beyim, senin güzel atların vardır ; binince Anadolu'da istediğin yere kaçabilirsin !.." demiş ve bu söz üzerine karşılıklı gülüşülmüş. Katipzade'nin yakınları, "Bu adamın düşüncesi fena olsa gerek, gelin kaçalım.." dedilerse de o, "Yok canım, kendisiyle aram iyi.." diyerek bunu kabul etmemiş.
  Ertesi gün yine gemiye davet edilmiş. Kamarada oturup görüşürlerken donanma hareket etmiş ; Katipzade ise durumun farkında değilmiş. Bir süre sonra, Kaptanpaşa bir bahane ile ortadan kayboluvermiş. Gemiciler Katipzade'nin üstüne çullanarak belindeki kayışı ile boğup öldürmüşler. Cesedini de Midilli adasına çıkarıp gömmüşler.. Daha sonra Hüsrev Paşa elbiselerini İzmir'deki ailesine göndermiş ve "müvella" (Mahalli hakim yerine, yalnızca belirli bir davaya bakması için tayin edilen hakim) denilen elkoyucular İzmir'e gelerek Katipzade ailesine ait malların bütününü Padişah namına zaptetmişler.. Yeniçeriler kadar bu tip derebeyliklerin de padişahlık etkisini azalttığını gören Sultan İkinci Mahmud'un yeni uygulaması sonucudur bu olay..
  Hüsrev Paşa'nın İzmir'e gönderdiği Katipzade elbisesi arasında gayet değerli bir Lahor şalı varmış. Aile üyeleri onu küçük parçalar halinde, üzücü ama değerli bir anı olarak, aralarında bölüşmüşler.(Bu yazının sahibi Raif Nezihi Bey'de de bir parça bulunuyormuş.)
  Katipzade mallarının Padişah adına elkonulmasından sonra, bu ailenin üyelerinden Katipzade Ahmed, amcaoğlu Hacı Ömer, kayınbiraderi Hacı Abdurrahman Efendiler de artık İzmir'e dönmemek üzere İstanbul'a aldırılmışlar. Ahmed Efendi'ye ceza olarak Silistre Kalesi'nin tamiri görevi verilmiş ; o da mallarını satarak bu görevi yerine getirmiş.  Diğer aile üyelerine de birer memuriyet verilmiş..
  Abdülmecid tahta çıkınca "Ahmed Efendi'nin parası verilsin" demiş !. Daha sonra ailesi ve torunları bu parayı kısım kısım alıp yemişler, bitirmişler..

RAİF NEZİHİ, "İZMİR'İN TARİHİ" ( açıklamalarla hazırlayan : Erol Üyepazarcı ) 

               

17 Kasım 2012 Cumartesi

İZMİRLİ DÖRDÜZLER !..



   1950 yılında, İzmirlilerin dayanışma içinde olmalarını sağlayan önemli olaylardan biri de ; Türkiye'nin yaşayan ilk dördüzlerinin İzmir'de dünyaya gelmesidir..
   23 Temmuz 1950 günü, beş çocuklu Susuzlu çiftinin yoksul hanesine, biri erkek üçü kız olmak üzere dört konuk daha gelir !.. Çiçeği burnunda Başbakan Menderes aileye yardım elini uzatır.. Dördüzlerin bakımlarını Behçet Uz Çocuk Hastanesi üstlenir.. Hastanenin nisaiye bölümü şefi Dr. Hikmet Aladağ dördüzlerin adlarını koyar : Uhuvvet (Kardeşlik-kız) , Müsavat (Eşitlik-kız) , Adalet (Doğruluk-kız) ve Hürriyet (Özgürlük-erkek)..
   Dördüzlerin doğumundan hemen dört gün sonra bir yardım komitesi oluşturulur..  Hastanedeki çocukların bakım masrafları ve gereksinimleri, komiteye yapılan bağışlardan karşılanmaya çalışılır. Bir yıl içinde dördüzler için bir dernek kurulması girişimleri başlar.. Ayrıca, gelir sağlamak amacıyla, Fuar zamanında dördüzler yararına balo düzenlenmesi de kararlaştırılır.. Yine bu bağlamda, Fuar her yıl bir gün uzatılır ve 21 Eylül günü yapılan etkinlikler, "İzmirli Dördüzler Festivali" olarak adlandırılır.. Eğlence yerleri, 21 Eylül'deki gelirlerinin bir bölümünü dördüzlere bırakır..
   Uzun süre hastanede kalan dördüzler ancak 1955 yılında taburcu edilebilmişlerdir. Ailenin ekonomik gücü olmadığından yine kollar sıvanır !.. Önce, mevsim yaz olduğundan, çocukların güneş ve denizden de yararlanabilmeleri için, İnciraltı Belediye evlerinden biri aileye tahsis edilir.. Üç ay süreyle çocuklar burada kalırlarken, yaz bitiminde aileye bir apartman dairesi kiralanır..Bu arada dördüzlerin Yusuf Rıza İlkokulu anaokulu bölümüne de kayıtları yaptırılır..
   Daha bitmedi !.. İş Bankası tarafından çocuklara her ay 700 liralık bir yardım fonu ayrılır.. Dördüzler ilkokul çağına geldiklerinde ise, Özel Çamlaraltı Koleji'ne, yatılı olarak yazdırılırlar..
   Son olarak öğrendiğim kadarıyla, dördüzler, 27 kişilik büyük bir aileye dönüşmüşler..
   Uhuvvet Aygün, 2 kız ve 2 oğlan sahibi..
   Müsavat Tabak, 3 kız sahibi
   Hürriyet Susuzlu, 2 oğlan sahibi..
   Adalet Demirel, 2 oğlan, 1 kız sahibi..
   Yalnızca,  emekli öğretmen Adalet hanım İzmir dışında, Kiraz'da yaşıyor.. Diğer kardeşler İzmir'de..
   Dördüzlerin iki dilekleri var : Birlikte hacca gitmek ve vefat ettiklerinde, Işıkkent Mezarlığında, anne babalarıyla yan yana olmak...  

Sayın Oğuz Topoğlu'nun blog yazısında da bu konu işleniyor.. İzni ile linkini paylaşıyorum..
http://www.oguztopoglu.com/2013/12/izmirli-dorduzler-1957-hayat-dergisi.html

     

13 Kasım 2012 Salı

İZMİR'DE DE ÜŞÜNÜR !..



   Çocukluğumda ısınma gereksinimi mangal ve kömür sobasıyla karşılanıyordu. Misafir odasında da kullanılmayan bir şömine ( bacasıyla ilgili bir sorun vardı galiba ) ve büyük bir çini soba vardı..
   İki katlı büyük bir Rum eviydi doğduğum ev ve yaklaşık 3,5-4 metre yüksekliğinde tavanları olan dört büyük odası ve çok geniş bir terası vardı, Buca Ortaokuluna bakan ( şimdiki Buca Lisesi ).. Talaş ve tahta yakılarak ısıtılan büyük bir termosifonu ve kurnası filan olan bir de banyosu vardı..
   Sabahları kalkıldığında sobadan önce mangal yakıldığını hayal meyal anımsıyorum.. Çay önce mangalda demlenmeye başlardı ; çünkü soba yakmak için küçük bir merasim gerekiyordu.. O kocaman oda yine de, en soğuk günlerde bile, kömür sobasıyla sıcacık olurdu kısa sürede..
   Buca'da Levantenlerin evlerinde eskiden "tandır" denilen ; yorgan, seccade veya battaniye örtülü ; dört köşeli bir masanın altına konan delikli bir sacla kapalı bir mangal kullanılırmış. Bunun kullanımı 1930'lu  40'lı yıllara kadar devam etmiş bazı Levanten evlerinde..
   Chandler ; 18. yüzyıl sonlarına doğru, İzmir'de Avrupalılar tarafından inşa edilenler dışında, evlerde genellikle baca ve ocak yeri düşünülmediğini, soğuk havalarda odun kömürü yakılmış bir mangalın masanın altına yerleştirildiğini ve masanın üstüne bir halı ya da işli bir yatak örtüsü serildiğini, bunların yanlardan yere kadar indiğini, ailenin masa etrafında çepeçevre oturarak örtünün altından ellerini ve ayaklarını ısıttıklarını yazar..  Altı yanmaması için teneke levhayla kaplanmış olan böyle bir masanın etrafına oturanların, bazen, soğuk havalarda örtü ya da yorganı çenelerine kadar çekmeleri olağandır. Öyle ki, kış aylarında İzmir'de yabancı bir ziyaretçinin ev sahibi ve sahibesini böyle örtüler altında bulabileceği ve bunu yanlış yorumlayarak onları rahatsız etmiş olduğu zannına düşebileceği anlatılmaktadır.
   19. yüzyılın ortalarına doğru, İzmir'de sobanın da bazı evlerde yavaş yavaş kullanılmaya başladığını, ancak bu uygulamanın hala çok ender ve yalnızca bazı Frenk ailelerinde yer alabildiğini görüyoruz.  Bu husus 19. yüzyıl sonlarında da doğrulanmakta ve kentte ısınmanın çoğunlukla tandırlarla yapıldığı anlaşılmaktadır.. Bu, zengin ailelerin evlerinde de böyle olmuştur. Whittall ailesinin yaşamını konu alan bir anı kitabında ; Bornova'daki köşkün yalnız yemek salonunda bir kömür sobası bulunduğu, tüm diğer odaların böyle bir lüksten yoksun olduğu anlatılmaktadır.. Bahsedilen İzmir'in en büyük ve en zengin ailelerinden biridir !..
   Bu yerlerde kış aylarında, gereken ısıtma, zemini ve üstü çinko kaplı, yanları açık kare bir kutuyu andıran bir masa içine konan odun kömürüyle sağlanmaktadır. Anı kitabında, üzerine pamuklu bir yorgan konmuş olan bu tandırın, 1880'lerde Ida Pfeiffer'ın tanımladığının aynısı olduğu kaydedilirken, tandırla ısınmanın çok hoş ve insanı gevşeten bir olay olduğuna işaret edilmiştir. Aynı anlatıma göre, 90 -120 santim boyunda olan bu masanın etrafında, yorganı göğsüne kadar çekecek şekilde, en az altı kişi oturabiliyordu.
   Tandır sefaları sırasında dikkat edilecek hususlardan biri, hanımların daha iyi ısınabilmek için eteklerini fazla yukarıya çekmiş olma olasılığına karşı, yorganın gerekli uyarı yapılmadan çekilmemesiydi !..
   Köşkte çalışan ahçı kadının, kahvaltı hazırlığından da önce ilk görevinin bu tandırları yakmak olduğu belirtilmektedir..
   Esen kalın..












  

8 Kasım 2012 Perşembe

İNSANIN İŞTAHINI AÇAN ŞEHİR !..

  

   İlkokul öncesinden başlayan ve tabii anı dağarcığımdaki yerini kaybetmeyen bir aile içi geleneğimiz (!) vardı... Hemen her cumartesi günü annemle Kemeraltı Çarşısına inerdik. Önce alınacaklar alınırdı.. Ben de bu arada esnafı incelerdim.. Leblebi kavuran kuru yemişçiler, Balıkçılar, balık tablalarını suyla ıslatırlarken suratıma da gelen su zerreleri, bağırış çığırış, bir festivaldi sanki.. Kestane Pazarının başındaki peynirci ve zeytinciler..
   Bir gün zeytin alırken, pırıl pırıl simsiyah zeytinlerdeki bir hareketlenme dikkatimi çekmişti.. Birden o hareketin nedenini anlamıştım : Küçücük bir fındık faresi, ya da bir fare yavrusu !.. Annemi dürterek olayı anlatmaya çalışmıştım ama annem her zamanki gibi benim alışverişten sıkıldığımı sanmış, "tamam oğlum, birazdan bitiyor" demişti. Ben ısrar edip de ona gösterince, bu gibi konularda çok titiz olduğundan küçük bir çığlık atıp elindeki paketi fırlatıvermişti.. Bir daha oralardan zeytin aldığımızı anımsamıyorum !..
  Şimdiki gibi "kot lazım mı" diye soran yapışkan satıcılardan fazla yoktu o zamanlar.. Zaten benim çocukluğumda hazır giyim işi de çok gelişmemişti.. Dolayısıyla, çarşıdaki esnaf türleri de çok geniş bir yelpaze oluşturuyordu.. Şimdi ise çarşı, giyim mağazasından geçilmiyor neredeyse..
   O dönemdeki dükkanlar arasında biri vardı ki, en az on-on beş dakika izlemeden ayrılmazdım oradan : Tel kadayıf yapan usta.. Yavaş yavaş dönen bir bakır tepsi içine küçük bir ibriğin ince ağzından beyaz, yoğun bir sıvı dökerdi. Tepsinin altında ocak mı mangal mı vardı bilmiyordum ama, rengi hemen sarıya sonra da kahverengiye dönerdi.. Eliyle toplayıp alırdı onları ve yine aynı işlem baştan başlardı..
   Bu bahsettiğim dükkan şimdiki Salepçioğlu Çarşısının karşılarında kalan bir dükkandı.. Aynı zamanda artık "benim" saatlerim başlıyordu bu noktada !.. Önce Taga Kitabevine gidilirdi ve "Çocuk Haftası" dergisi cildi alınırdı.. Çok sevdiğim bir dergiydi.. Oğuz Özdeş ve Kemalettin Tuğcu gibi öykü yazarları vardı, yabancı çizgi romanlar vardı.. Kısacası adeta bir define idi benim için.. Ayrıca bir de "Doğan Kardeş" dergisi alınırdı her ay. Bunlar daha sonra ciltlenirdi..
  Ambalajlanmış kitap paketim sımsıkı koltuk altımda, kitabevinin hemen yanındaki Petek ya da onun karşısındaki Atıf Dönercisi sıradaki "beklenen şarkı" idi adeta !.. Artık öğle saatleriydi ve acıkmış midelerimizi sevindirmeye sıra gelmişti !.. Daha girişte, kar gibi beyaz giysileri içinde, beyaz şapkası başında, genellikle şişman bir dönerci ustası karşılardı gelenleri.. Siparişimizi verdiğimizde, önce biri uzun diğeri kısa bıçaklarını fiyakayla bir masatta bilerdi.. Koku bir yandan, o bıçakları bilerken çıkan iç gıcıklayıcı ses bir yandan.. Sonra, "tören" başlardı !.. Bir kayık tabak alınır, içine çıtır çıtır ve küçük boyda kesilmiş pide döşenirdi. İncecik kesilmiş ve tam kıvamında pişmiş et pidelerin üzerine özenle yerleştirilir, üzerine domates sosu ve yoğurt eklenirdi.. Döner masaya gelir gelmez, elinde mis gibi erimiş tereyağı olan küçük bir tavayla,  bir başka garson dönerin üzerinde bu tereyağını güzelce gezdirirdi.. O zamanlar kolesterol yok muydu ne ?..

   

   Dönerciden tok ve mutlu bir şekilde çıkınca, bu güzel saatlerin daha başında olduğumuzun bilinciyle ve hazla içimi çekerdim.. Şimdi sırada tatlı vardı çünkü.. Arnavut kardeşlerin işlettiği meşhur tatlıcı.. Galiba "Aksüt" idi adı.. Günümüzün "Özsüt"ünün isim babası.. Şimdiki Salepçioğlu'nun tam karşısında küçücük bir dükkan.. Ya iki, ya da üç masa vardı yanılmıyorsam.. (Adını yanlış hatırlıyorsam beni uyarın !..)  Sıkış tepiş, ayakta son sürat yenen birbirinden güzel, görüntüsüne fazla önem verilmeyen ama muhteşem tadı nedeniyle buna aldırılmayan kazandibi, kaymaklı ekmek kadayıfı, peynir tatlısı vs..
   Bu unutulmaz cumartesi günü, Elhamra Sinemasında 14:30 seansındaki (uzun film varsa, 15:00) filmle noktalanırdı..


 




   İzmir'de yüzyıllardır birlikte yaşadığımız Musevilerin İzmir mutfağına katkıları inkar edilemez.. Örneğin şu anda İzmir'le adeta özdeşleşmiş durumda bulunan boyoz.. Eskiden en iyi boyozlar, Musevilerin yoğun olarak yaşadıkları İkiçeşmelik semtinde yapılırmış..  Musevilerden İzmir mutfağına geçen diğer iki yiyecek ise ; lakerda ve badem ezmesi imiş..
   Bir de "Tatar böreği" var.. O da İzmir'e göç etmiş Kırım Tatarlarından İzmir mutfağına geçmiş.. En çok da Değirmendağı bölgesinde yapılıyormuş.. "Değirmendağı da neresi ? " diye soracak olursanız : Bayramyeri !..
Bu semt 1950'li yıllarda bile Değirmendağı olarak adlandırılıyormuş.. Kırım Savaşı'ndan kaçan Kırım Tatarları önce Karataş semtine yerleştirilmişler. Çocukları denize düşer korkusuyla daha yükseklere çıkarak buralara yerleşmişler...
   İzmir'e özgü bir başka yiyecek de "Gerdaniye Tatlısı".. Kurban bayramlarında kesilen koçların boyun kısımlarından alınan etten yapılan bir tatlı . Yapılması tarifini linkte veriyorum.
     http://www.nepisirsem.com/resimliyemektarifi.aspx?yemekid=2864
Ilık olarak yenilen bu tatlının, yenilmeden önce biraz ısıtılması gerekmektedir.. Ben hiç yemedim, açıkçası merak da etmiyorum !.. Kafamda tatlı ve et kombinasyonunu yapmayı beceremedim !..
   Doğduğum yıllarda, hatta çocukluğumdaki ünlü lokantalara gelince ; Kemeraltı Çarşısında Şükran ve Ekmekçibaşı Lokantaları, içkisiz ve ailelerin gidebildiği ünlü lokantalardı.. O yıllarda çarşıda içki içmek isteyen olursa, ya Havra Sokağı ya da Gümrük Önü'ndeki şarapçılara gidermiş.. Bir su bardağı dolusu şarap, yanında çeyrek yumurta ya da leblebi ile 25 kuruş !..
   Şükran'ın trança şişi meşhurdu. Küp şeklinde kesilmiş trança parçaları arasında domates ve defne yaprağı ile kömür ateşinde ızgarada pişirilirdi ve gerçekten de enfesti..
   Konak İskelesi üstünde meşhur Deniz Restoran ve Gazinosu.. Buraya gittiğimi anımsamıyorum.. 1960'a kadar DP lokali gibi çalışıyormuş adeta !..  İzmir'e gelen birçok ünlüyü ağırlamış, mezeleriyle namlanmış bir restoran olduğu söyleniyor..
   Basmane'de "Toros" , Alsancak'ta Kıbrıs Şehitleri'nde "Ege", yine Alsancak'ta eski Bornova Sokağında "Kulüp Orhan Restoran"
   Karşıyaka'da "Sami Bey", "Alaybey", sahilde "Celal Bey" ve iskelenin yanındaki "Tilla Restoran"..
   Karşıyaka Çarşıda bir "Sami Bey" daha hatırlıyorum ama bu, pastahane.. Çok güzel lokması ve tulumba tatlısı vardı.. Lokmasının ünü, şimdilerde öğrendiğime göre, şerbetine katılan baldan ileri geliyormuş.. Bu bal özel olarak Marmaris'ten özel olarak getirilmekte imiş..
   Bugünlük de bu kadar.. Bir şeyler atıştırmaya gidiyorum !.. Esen kalın..

   Bu yazımı sevgili Müşerref ve Bahriye Kınacıya ithaf ediyorum...
 
       




     

5 Kasım 2012 Pazartesi

DEREDEN, TEPEDEN İZMİR !..



   Çocukluğumda, Karşıyaka'da oturan dayımlara gittiğimizde mutlaka bindiğimiz faytonlar.. Ben, sürücü yanındaki yerimi hemen alırdım.. 400-500 metrelik mesafeyi büyük bir keyifle içime sindirirdim..
   Sonraları, gençliğimde de bindiğim oldu ama, doğal olarak çocukluktaki gibi zevk almadım.. Öğrenci bütçesini zorlayacak kadar da pahalılaşmıştı bu arada herhalde !..
   Geçenlerde öğrendiğime göre ; bu arabalara eskiden İzmir'de, "Karoça" veya "Karoço" denirmiş. İtalyanca "Araba" anlamına gelen "Carozza"dan geliyormuş..
   Kadifekale'nin eteklerinden başlayıp Kemeraltı'na kadar uzanan eski mahallelerde yaşayanlar ile Eşrefpaşa- Yapıcıoğlu-Halil Rıfat Paşa ve Karataş-Göztepe sakinlerinin, kent merkezine ya da tramvay hattına ulaşmak için faytonlardan başka kullanabilecekleri işlevsel ulaşım aracı bulunmuyormuş.. Belirtilen bölgelerin dar ve dik sokaklarına faytonlar bile zorlukla girip çıkabiliyormuş..
   Keçecileriçi'nde bir dernekleri bulunan faytoncuların, kentin hemen hemen her tarafında durakları varmış. Belediye fayton duraklarını düzenlemiş ve duraklardan kentin çeşitli yerlerine gidilecek mesafeye göre bir de fiyat tarifesi oluşturmuş.. Fiyat tarifesinin, faytonların görünür bir yerine asılması şartı da konmuş.. Müşterilerin faytonu on dakika bekletme hakları bulunuyormuş. Daha fazla bekletme durumunda, her saat için 125 kuruş ödenmesi gerekiyormuş.. Bu ücret bayram günlerinde 160 kuruşa yükseltiliyormuş..  1930'lu yıllarda da geçerliliğini sürdüren bu fiyatlar, tahmin edileceği gibi, İkinci Dünya Savaşı etkisiyle artırılmış..
   1934 yılı verilerine göre ; İzmir'de 21 durakta çalışan, 205 adet kayıtlı fayton bulunuyormuş..

   

   Yalnız faytonla çıkılabilen yukarı semtlere doğru yavaş yavaş açılan yollar ve götürülen belediye hizmetleri, her büyük şehir gibi İzmir!in başına da bir dert getirir : Gecekondulaşma !..
   İzmir'de ilk gecekondulaşma 1950'den sonra başlamıştır.. Meles Çayı vadisinin batı yamaçlarından, Kadifekale sırtlarına doğru.. Sonra da, belediyenin engellemesiyle Bayraklı sırtlarına geçmiştir..
   1948 yılında, Türkiye'deki büyük kentlerde, gecekondu sayısı 25-30.000'den ; 1960 yılında 240.000'e çıkmıştır !..
   1960 yılında gecekondu nüfusunun, toplam kent nüfusu içindeki payı İzmir'de % 33,42'dir.. Halbuki bu oran ; Ankara'da  % 60 ; İstanbul,Adana ve Erzincan'da % 50'dir..
   Yine 1960 yılı Mesken Şartları Anketi'ne göre ; toplam kent meskenleri içinde gecekonduların oranı : İzmir'de % 24,4 ; Ankara'da % 64,60 ; İstanbul'da % 39,55'dir..
   İzmir'de ilk gecekondulaşmayı başlatanlar ; küçük çapta ticaretle uğraşan Kayserililer, inşaat işçisi Konyalılar, kalifiye işlerde çalışan Karslılar, mevsimlik tarım işlerinde çalışan Mardinliler olmuştur..



   İzmir'in yapılaşmasında ilk toplu konutlar ; 1950'lerin ortalarında, Karşıyaka Bostanlı Kooperatif Konutları, Hatay Caddesi'nde Hakim Evleri ve Basın Sitesi'ndedir..
   Çok katlı yapılaşmanın ilk örnekleri Alsancak'ta görülür. 1954 yılında ilk 6-7 katlı apartmanlar Birinci Kordon'da dikilmeye başlamıştır..
   1950-54 arasında İzmir'de şunlar yapılmaya başlamıştır :
    Salhane'de, 1952'de hayvan pazarı..
    İnciraltı'nda 66 plaj evi ve 3 dükkan...
    Güzelyalı ve Varyant'ta halk apartmanları.. 1953 yılında temeli atılan Güzelyalı'daki 24 dairelik halk apartmanı 1956'da bitti.. Varyant'taki halk apartmanı ise, 1959 yılında öğrenci yurdu olmuştur..
   Merkezde ve Eşrefpaşa'da 1953 yılında temeli atılan nikah daireleri, 1956 yılı 24 eylülünde hizmete girer.. Aynı gün, Bayramyeri yeni saat kulesi de açılmıştır..
   14 Şubat 1955'de Alsancak Limanı temeli atılır..
   Basmane 9 Eylül Meydanı ve havuz, 1958'de düzenlenir..

  

   Bir de Sarı Kışla olayı var...  Yine 1950'li yıllarda Sarı Kışla, beş büyük askeri bina yapılması karşılığında belediyeye geçer..  Varyant'ta bir bina, Hatay Caddesinde kışla binası, süvari atları için ahır, Komutanlık binası, Ordu Evi  ve Askerlik Şubesi.. Bunların hepsi yapılıp bitirildikten sonra yıkım başlayacaktır ve nihayet, 30 mayıs 1955 günü yıkım başlar..  1960 yılında ise, yıkım hala devam etmektedir !..  
   1960 yılında, tutuklular Buca'daki yeni cezaevine nakledildikten sonra, Milli Kütüphane ile Devlet Hastanesi arasındaki cezaevi de yıkılmaya başlar..

2 Kasım 2012 Cuma

BENİMLE OYNAR MISIN ?..

  

   "Domates Güzeli" Ayşen Gruda'nın, yayına yeni başlayan televizyon aracılığıyla, dilimize soktuğu bir deyim vardı, bilmem hatırlar mısınız ?.. "Apartman Çocuğu, poroblemli (!) çocuk". Problemi bu şekilde telaffuz ederek üstüne basarak söylemiş oluyordu !..
   O zamanlar, bahçeli evler ve boş arsaların apartmanlarla berabere kaldığı, 70'li yılların başlarıydı.. Sonra o acımasız zaman, apartmanların lehine işledi ve öyle bir döneme girdik ki, bir ağaca çıkıp da meyve koparan hatta bu uğurda ağaçtan bile düşen bir tek çocuk kalmadı, beton yığınına dönen kentlerde !.. Leblebi tozunu, pamuk helvasını, macunu bilen, sapanla en az bir cam kırmış, topaç çevirmeyi bilen  çocukların da kalmadığı gibi..

  

   Çocukluğumda topaç çevirmeyi çok severdim. Topaç, ucunda bir çivisi, beyaz gövdesi üzerinde birbirine paralel renkli çizgiler olan tahtadan bir koni idi. Özel ipi düzgünce topacın etrafına sarılır, ipin ucu da yüzük ve serçe parmağı arasına sıkıştırılarak yere doğru atılırdı. Aslında, biraz beceri ve el alışkanlığı da gerektirirdi. En uzun süreyle kimin topacı dönerse, o kazanırdı. O, 3-4 renkli çizgili topaç hızla dönerken beyaz bir renk alırdı. 70'li yılların ikinci yarısında tahta topaçlar önce plastiğe, sonra da 80'li yılların başlarında üstündeki düğmeye basılarak "kurulan" ve yere bırakılan "zahmetsiz" bir oyuncağa dönüşmüştü...  

  

   Karnımız acıkınca oyuna ara verip dağıldığımız evlerin kapısında annemizin elimize tutuşturduğu Vita ya da Sana yağı sürülmüş, biraz da şeker ekilmiş ekmek yenir, çok terli isek, kolay hastalananların arkasına ince bir havlu konurdu. Formula-1 yarışlarında, otoların teknik bakıma girdiği "pit stop" gibi !..
   Evet, bizim çocukluğumuzda çocuklar ; çocuk parklarına veya alışveriş merkezlerine değil, bahçelere ve boş arsalara aitti..

   Örneğin "tik-tak" diye bir oyun oynardık.. Düzgün bir tahta parçası bulunur, üzerine futbol sahası çizgileri biraz acemice de olsa çizilirdi. Sonra sıra, kale direkleri ve oyunculara gelirdi, yani çivilere !.. Böylece hazırlanan çivili tahta, minyatür bir futbol sahası olurdu.. Orta çizgiye bir de 25 kuruşluk yerleştirilir, böylece top da yerini almış olurdu !..Sonra sırayla parmak ucuyla fiske vurmak suretiyle karşı kaleye sürülen topu, yani 25'liği, kale yerini tutan iki çivi arasından geçirerek gol atmaya çalışırdık !..
 
   Futbol "tik-tak"dan ibaret değildi elbette.. On ya da on iki çocuk bir araya geldi mi, aralarında yaşları büyük ya da elebaşı konumunda olan iki kişi birbirine rakip iki takım kaptanı olurlardı. Karşılıklı geçer, birbirlerine doğru bitişik adımlarla ilerlemeye başlarlardı. Kimin son adımı diğerinin ayağı üstüne denk gelirse o ilk olarak oyuncu seçmeye başlardı. İlk seçilen doğal olarak en iyi oyuncu olurdu..Bazen de topun sahibi olan çocuk, top yokluğu nedeniyle ilk seçilen olurdu !.. Son seçilenler de böylece oyunculuk değerlerini anlamış olurlar ve hüzünlenirlerdi.. Sonra da kurallar belli olur ve gazozuna maç başlardı.. Kurallar ; " 5'te devre, 10'da biter"... "3 korner, 1 penaltı" gibiydi..
 
   

   Geceleri misafirliğe gelen ailelerin çocuklarıyla oynanan oyunlar da vardı.. "İsim-Şehir-Hayvan" , "Adam Asmaca" gibi.. En matrak olanlarından biri ; "Kim, kiminle, nerede ?.." oyunuydu. Oyuna katılan herkes eline birer kağıt ve kalem alırdı. İlk bölümün adı "Kim", sonraki "Kimle", daha sonraki bölümler de sırasıyla "Nerede", "Ne Yaptı", "Kim Gördü", "Ne Dedi" bölümleriydi.. Önce herkes aynı anda "Kim" bölümünü doldurur, yazdığını katlayarak yanındakine verirdi. Her oyuncu kendisinden öncekinin kağıdında bu kez "Kimle" bölümünü doldurur, yine kağıdı katlayarak yanındakine verirdi.  Bütün bölümler bittikten sonra kağıtlar açılır ve kim, kimle, nerede, ne yaptı, kim gördü, ne dedi bölümlerinin farklı kişilerce doldurmasıyla oluşturulan cümleler okunurdu. Örneğin şöyle bir cümle çıkabilirdi :
"Süleyman Demirel, Zeki Müren'le, Konya'da, konsere gitti, Türkan Şoray gördü, yazıklar olsun dedi" gibi !..
Oynayanların yaşları büyüdükçe, bütün ünlü kişiler, hafiften cinsel çağrışımlardan da nasiplerini alırlardı !..