20 Nisan 2013 Cumartesi

ESKİ GAZETELERDE İZMİR HABERLERİ...


   

   İzmir'de, İzmirlilerin şans oyunlarına olan düşkünlüklerinden yararlanmak üzere, bazı tacirler tarafından bir takım değişik yöntemler geliştirilmiştir. Bu amaçla 19. yüzyılın ilk yarısında bile, kentte sık sık özel bir takım piyangolar düzenlenmekte ve bunlar İzmir gazetelerinde halka duyurulmaktadır...
5 Ocak 1834 tarihli "Journal de Smyrne" gazetesinden ; 
"Tanınmış bir marka, şahane altın saat !
Piyangoya 80 bilet konmuş olup, bunların her biri 10 kuruşa satılmaktadır. Halen 28 bilet kalmıştır. Çekiliş, saatin şu anda bulunduğu ve biletlerin de satılmakta olduğu, marinadaki Alberti kahvesinde yapılacaktır.."

Yine aynı tarihli ve aynı gazeteden :
"Kendi özel rıhtımı olan bahçeli kent evi !
Ev, marinanın Punta (Alsancak) yönünde, İsveç Konsolosluğu'nun karşısında, M.Lanthois'nın oturduğu evin bitişiğindedir. Yeni ve sağlam yapılmıştır ve aranan her türlü konfora sahiptir. Karşısındaki rıhtım parçası da söz konusu mülkiyet içinde olup, evin tahmini bedeli 30.000 kuruşun üzerindedir.." 
  Gazete haberlerinden bu evin de piyangoya çıkarılmış olduğunu öğreniyoruz..

12 Temmuz 1834 tarihli "Journal de Smyrne" gazetesinden ; 
"Büyük, saat başlarında ve çeyreklerde çalan bir kum saati !
Piyango 190 biletten ibarettir ve biletlerin bir kısmı şimdiden satılmıştır. Biletlerin satışı tamamlandığında, çekiliş halkın gözü önünde Barbaresk Hanının kapısı önünde yapılacaktır. İlgilenenlerin Frenk Gümrüğü yakınında ve Bedesten karşısında M. Sergio Simorian'a başvurması rica olunur.."

   Yardım amaçlı piyangoların ise daha çok Türkler ve Museviler arasında yapıldığı görülür. Örneğin 1866 yılında, geliri Islahhanenin günlük giderleri ve cezaevinde yapılması planlanan atölyelerin inşasına sarf edilmek üzere bir piyango düzenlendiğini, 1 Aralık 1886 tarihli "Hizmet" gazetesinden öğreniyoruz..
   Yine "Hizmet" gazetesinin 15 Mart ve 19 Nisan 1890 tarihli nüshalarından öğrendiğimize göre ; Islahhane yararına düzenlenen piyango çekilişlerinden birinin 1890 yılı ortalarına rastladığı açıklanırken, ikramiyeler hakkında da bilgi verilmiş ve büyük ikramiyenin 10.000 kuruş olduğu, diğer ikramiyelerin 5.000, 4.000 ve 3.000 kuruş olarak bunu izlediği söylenmiş, ayrıca, iki bilete 2.000, üç bilete 1.500, üç bilete 1.000 ve on bir bilete 500 kuruş ikramiye isabet ettiğinden de bahsedilmiştir..



   3 Eylül 1889 tarihli "Hizmet" gazetesi şu satırlara yer vermiştir :
"...Kadınlarımızdan bazılarının açık saçık Kordon'larda, Göztepe'lerde dolaştıklarını daha önce de yazmıştık. Bu ihtarımızın semeresini görmek umudunda iken dün de padişahın tahta geçişinin yıldönümü onuruna düzenlenen 'Şehrayin' gecesi, dört kadının bir de ufak kız çocuğuyla birlikte adeta başörtüleriyle Kordon'da faytonla gezdiklerini gördük..

   Aynı gazetenin 7 Ocak 1890 nüshasında ise, şu satırlara rastlanmakta :
"Şu aralık kentimizde, bazı kadınların ferace ve çarşaf yerine alafranga manto giydikleri ve malum olduğu üzere, işbu mantoları gayet dar olmak nedeniyle içindekinin vücudunun tüm hatlarını ortaya çıkardığı ve buna ilaveten, peçeler dahi, baştan arkaya atılmak suretiyle yüzün kapanması hususuna da riayet edilmediği görülüyor. İslam kadınları için tesettür, bir şeriat emri olarak İslam kadınlarının ırz ve namusunun korunmasını amaçladığından, bu emre riayet, bizim için en mukaddes görevlerden biridir. Avrupalıların taklit edilecek bir şeyleri varsa o da ilim ve fendeki ilerlemelerinden ibaret olup, yoksa onlarda da çeşitli kötülüklere neden olabilen tesettüre karşı eğilim, bizde de pek büyük fenalıkları sonuçlandıracağından, bu türlü kadınların velilerinin dikkat etmesi gerekir. Biz şimdilik bu kadar yazıyoruz. Ancak, bu yazımız da semere vermezse, bu kadınların kimler olduğunu, alenen beyana mecbur kalacağız.."

   İzmir'de kadınların toplum yaşamında erkeklerden ayrı tutulması çabasının en çok zorlandığı yerler, toplu taşıma araçları olmaktadır. 7 Eylül 1902 tarihli "Ahenk" gazetesinde çıkan bir yazıda ; kent çevresinde yer alan Narlıdere, Balçova, Çiftlik ve Kilizman gibi yerlere işleyen yük arabalarına bazen çeşitli milletlere mensup kadın ve erkeklerin beraberce bindiklerinin görüldüğü, ancak Türk hanımları için böyle bir davranışın din açısından hatalı olacağı belirtilmekte ve bu nedenle ; hem arabacılara bu konuda tembihatta bulunulması, hem de Göztepe karakolunda görevli memurlara gereken talimatın verilmesi için konunun İzmir Polis Müdürlüğüne intikal ettirilmesi istenmektedir...



   15 Kasım 1890 tarihli "Hizmet" gazetesinin haberine göre ; 8 Kasım 1890 Cumartesi günü Bornova'da bir futbol maçı oynanmıştır. Osmanlı topraklarındaki bu "ilk maç" ile ilgili haber şöyledir :
"Geçen Cumartesi, Bornova'da kentimiz İngiliz gençleriyle İngiliz donanması mürettebat ve subaylarından oluşturulan iki takım arasında , İngilizlere mahsus futbol nam top oyunu icra olunmuş ve daha sonra bir müsamere düzenlenip dans edilmiştir.." 
  Futbol maçlarının o yıllarda, İzmir'deki İngilizler arasında her yıl tekrarlanan bir alışkanlık haline geldiği görülüyor. 1893 yılının son gününde böyle bir karşılaşmada, Bornova'da ve İzmir'de oturan İngilizlerin kurduğu takımlar arasında yapılan maçı Bornovalıların kazandığını 2 Ocak 1894 tarihli "Hizmet" gazetesinden öğreniyoruz..
   1897 yılı Ocak ayında düzenlenen bir turnuvada, "Smyrna Club" futbol takımının birinci olduğu da, aynı gazetenin 23 Ocak 1894 tarihli nüshasından okunabilir..
   27 Mart 1902 tarihli "Ahenk" gazetesinde ; limanda bulunan İngiliz donanması subaylarından oluşan bir takımla, Bornova'daki İngiliz Kulübü arasında, 1902 yılının Mart ayı ortalarında, gazetede 'top oyunu' diye tanımlanan bir karşılaşma daha yapıldığı yazıyor. Donanma takımının 20, Bornova Kulübünün 10 sayı yaptıkları belirtilen bu karşılaşmanın ne olduğu, doğrusu pek de anlaşılamamaktadır...


  


   RAUF BEYRU'nun "19. Yüzyılda İzmir'de Yaşam" adlı kitabından derlenmiştir..

15 Nisan 2013 Pazartesi

ESKİ İZMİR'DE TOPLUMLAR ARASI SOSYAL İLİŞKİLER...

  

    C. Wilkinson, 1806 basımı "A Tour Through Asia Minor and the Greek Islands" adlı kitabında, İzmirlileri ve kentin Levanten sosyetesini şöyle anlatıyor :
"İzmir, ister öğrenmek, ister eğlenmek amacıyla olsun, seyahat eden bir yabancı için kalınabilecek en iyi yerdir. Burada, gerek kentin içinde ve gerekse sayfiye alanlarında her türlü eğlenceyi bulabilirsiniz, hoş bir toplulukla karşılaşırsınız. Tacirler ve konsoloslar, her gece, sosyal ilişki ve temasların zevklerine şarkı ve dansın da katıldığı partiler verirler. Konukseverlik, İzmir tüccarlarının çok hoş bir özelliğidir. Burada bulunduğumuz sırada, verdikleri yemek, resepsiyon ve balolara sık sık katılma olanağı bulduk. Kanımca buradaki vatandaşlarımızın yaşam düzeyi, İngiltere'de bize öğretilenlerin çok çok üstündedir..
Çok avantajlı ticaret olanaklarının yarattığı çekicilik, Avrupa'nın her yerinden gelen çeşitli ulusları İzmir'de bir araya getirmiştir.. Özetle, bu kişilerin kendi aralarında, dış görünümüyle son derece dostane ilişkiler içinde yaşadıkları görülür. İzmirlilerin, yabancıları karşılama ve eğlendirme konusunda da samimi bir konukseverlik sergilediklerini söyleyebiliriz..."



   N. Parker Willis adlı Amerikalı bir gezgin de, 1832 yılında geldiği İzmir izlenimlerini, 1856 yılında yayımlanan "Summer Cruise in the Mediterranean" adlı kitabında şöyle aktarır :
"İzmir sosyetesinin, gördüğüm bütün diğer kentlerde rastladıklarımdan çok daha üstün yönleri vardır. Varlıklı tacir ailelerinden oluşan ve Türk toplumundan tamamen ayrılmış olarak kentin belirli bir kesiminde yaşayan bu grup, yalnızca kendi konsoloslarına karşı birtakım sorumluluklar taşır. Bu konumlarıyla, kentte kendilerinden üst düzeyde herhangi bir asaletin yer almadığı, aksine, yalnız alt düzeyde bağımlı kişilerin bulunduğu bu topluluk, Amerika'da bile rastlanmayan içten bir eşitlik ilkesi içinde yaşamını sürdürmektedir. Bu grupta çeşitli Batı ülkelerinden buraya gelmiş olanlar yer alır ve Avrupa'nın belli başlı dilleri, bunların hepsince konuşulur. Konukseverlik, günün güç koşullarını değil, geçmişin altın dönemini anımsatan düzeydedir. Çeşitli dillerin ve duyguların serbestçe karışımının sonucu, aralarında belirli bir duygu ve davranış özgürlüğü ve karşılıklı bilinçlenme nedeniyle, ticaret mesleğini uygulayan insanlarda pek rastlanmayan özgür ve neşeli bir yaşam biçimi bu insanların ortak özelliğidir..."



   Aşırı konukseverliklerine ve kendi aralarındaki, dıştan da olsa, uyumlu görünen dostluklarına karşın, Levantenlerin, yerli halkla olan ilişkileri hayli sınırlı kalmaktaydı. Türklerle, daha çok resmi temaslar düzeyinde bir araya gelmekte ; Rum, Ermeni ve Musevilere ise tepeden, küçümseyerek bakmaktaydılar..
   Ama, İzmir'de yerleşik yabancıların, çoğu zaman kökenlerini unutacak derecede karışıp adeta tek bir ırk haline geldikleri ve kelimenin tek anlamıyla Levantenleştikleri görülmüştür..
   İzmir'de yabancı kökenlilerin birbirine ne derece karıştıklarını ve bu nedenle gerçek milliyetlerinin saptanmasının güçlüğünü anlayabilmek için Van Lennep ailesinin durumunu dikkate almak yeterlidir. 19. yüzyıl ortalarında bu ailenin bireylerinden biri, Richard J. Van Lennep, İzmir'de Hollanda Konsolosu iken, bir diğeri,Charles David Van Lennep, aynı kentte İsveç ve Norveç Konsolosudur. Aynı aileden Henry John Van Lennep ise, Amerika'da din eğitimi görmüş ve Amerikalı olmuştur...




   İzmir'de yaşayan çeşitli toplumların, bazı yönlerden birbirlerinden ayrılmalarına karşın, uzun süre bir arada yaşama ve biraz da karma evlilikleri sonucu, birçok yönden de ortak birtakım alışkanlık ve adetler elde ettikleri anlatılmaktadır.
   19.yüzyıl ortalarında kente gelmiş olan gezgin Fisher Howe'un ABD Konsolosuna yaptığı ziyaret sırasında gördüğü ikram biçimi buna bir örnektir :
"Konsolos Mr. Offley, bizi kabul etti ve evine götürdü. İçeri girdikten az sonra, yerel adetlere uygun olarak, Türk kahvesiyle şekerleme getirildi. Daha sonra da hizmetçi kız, küçük gümüş kaseler içinde iki çeşit reçelle, kaşıkları ve içi su dolu bardakları bir tepsi içinde getirdi. Adet, bir kaşık dolusu reçelin kaselerin birinden alınması ve arkasından bir yudum su içilmesi biçimindeydi. Daha sonra yine kahveler ikram edildi.."

  

   Paul Eudel adlı bir Fransız gezgin, 19. yüzyılın ikinci yarısının ortalarında, Kramer ailesine yaptığı bir ziyarette, yemeklerin, normal ordövr tabaklarının ardından mayonezli bir balık fileto, zeytinyağlı enginar, kremalı bir pasta ve çekirdeksiz üzüm ile fırınlanmış incir tatlısından ve bunlarla birlikte ikram edilen Kıbrıs şarabından oluştuğunu belirtir..

   Moltke'nin, "Ermeni, vaftiz edilmiş bir Türktür !.." tanımlamasını doğrularcasına ; Ermeni ailelerin bir kısmında yemek biçimi Türklerinkiyle tıpatıp aynıdır. Aslında pek çok adet ve davranışları Türklerinkinden farklı değildir..

   İzmir'de, yemek davetlerinde görülen bolluğun ve çeşitliliğin kentte yaşayan Levanten toplumu için de geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, Türk evlerine yapılan yemek ziyaretlerinde yabancı gezginlerin şaşkınlıkla tanık oldukları bir geleneğe, yani bir grup yemeğin tatlısına kadar bitirildikten sonra ikinci bir yemek faslına başlanmasına benzer bir adetin Levantenler tarafından da uygulandığını görüyoruz. Bir gezi notunda, kentte İngiltere Konsolosunun verdiği bir yemek davetinden söz edilirken, ilk yemeğin tamamlanmasından sonra, konukların topluca başka bir odaya geçtikleri ve burada birincisine benzer başka bir sofrayla karşılaştıkları anlatılmıştır..




RAUF BEYRU'nun , "19.Yüzyılda İzmir'de Yaşam" adlı kitabından derlenmiştir..
      

     

3 Nisan 2013 Çarşamba

YABANCILARIN GÖZÜYLE İZMİRLİLER ( 1 ) ...

    

   19.yüzyılda İzmir'de Levanten ailelerin büyük bir kısmının son derece rahat ve zengin bir yaşam sürdürdüklerinden kimsenin kuşkusu yoktur ve bu gerçek, bütün yazarlar ve gezginler tarafından adeta ağız birliğiyle doğrulanmaktadır. Buna rağmen bu yaşamın da kendine özgü bazı ufak tefek dertlerinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Yabancı aileleri İzmir'e bağlayan ve İzmir'de yerleşmelerini teşvik eden belli başlı nedenin, burada kolay para kazanma ve kolay bir yaşam sürdürme olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu şekilde, İzmir'de yüzyıllar boyunca ticari birtakım yazıhaneler kurulmuş ve bunlar çoğu kez babadan oğula geçerek ailenin İzmir'e yerleşmesi ve kökleşmesiyle sonuçlanmıştır..
Ancak kuşkusuz bu arada anavatanla bağların tamamen koparılmış olduğunu söylemek de mümkün değildir. Böylece özellikle varlıklı aileler bu bağı koparmamak için erkek çocuklarını daima, öğrenim için kendi ülkelerindeki akrabalarının yanlarına göndermeye çalışmışlardır. Bunların bir kısmının ailelerinden uzaklaşarak kendi ülkelerinde yerleşme eğilimi gösterdikleri de görülmektedir ve anlaşıldığına göre, bunların sayısı da pek az değildir. Öyle ki, bu eğilimin sonucu, İzmir'deki Levanten aileler arasında genç yaştaki erkeklerin sayılarında önemli bir azalma şeklinde kendini göstermiştir. Konu, 19. yüzyılın ilk yarısında İzmir'de bulunan bir gezginin, Francis Hervé'nin, "A Residence in Greece and Turkey" adlı kitabındaki gezi notlarında ilginç bir şekilde anlatılmaktadır :
"Öyle sanıyorum ki, ailelerin büyüklüğü yönünden, İzmir'e rakip olabilecek çok az yer vardır. Öyle ki, Frenk sosyetesi içinde, evlenecek çağda genç kızların sayısı neredeyse bir ordu oluşturabilecek çokluktadır. Bunları birinci ve ikinci sınıf diye ayırırsak, toplam sayıları 400 civarında olup bunlardan 84'ü birinci sınıfa mensuptur.. Gerçekten de ziyaret ettiğim evlerin hemen hepsinde evlenmemiş yaşlı hanımlarla karşılaştım.. Sınıfların ayrımındaki değer yargıları ise benim hiçbir zaman anlayamayacağım cinsten.. Öyle ki, iyi tahsil görmüş, kibar davranışlı, güzel bir evi ve ticarethanesi, büyük bir serveti olan cömertçe ve rahatlık içinde yaşayan biriyle tanışırsınız ; ve bu kişinin neden birinci sınıf içinde yer almadığını öğrenmek istediğinizde size verilecek yanıt ; bu nedenin, gencin Ermeni ya da Rum olmasına bağlar..
   Öte yandan, İzmir'de birinci sınıfa mensup genç kızlardan bazılarının şaşılacak derecede bilgisiz olduklarını işittim. Genç erkekler, genellikle, en azından okuyup yazabilecek derecede eğitim görmüşlerdir ve hepsinin dil öğrenmeye karşı belirli yetenek ve merakları vardır. Öğrendikleri ilk dil ise Rumca olmaktadır. Çünkü bütün hizmetçiler Rum'dur. Rumca'nın ardından İzmir'de sosyetenin dili kabul edilen Fransızca gelir. Daha sonra İtalyanca sırayı alır. Bu arada kimi de Türkçe öğrenir. Ancak çok ilginç nokta, İzmir'de yerleşmiş ve yerli hanımlarla evlenmiş olan İngiliz, bazen Fransız, Alman ve diğerlerinin, belirli bir yaşa gelinceye kadar çocuklarıyla kendi öz dillerinde konuşamamaları ve onlarla Rumca anlaşmak zorunda kalmalarıdır !.."

  

   İzmir'de yabancı genç kızlar, flörte büyük bir rahatlıkla ve memnuniyetle olanak verirler ve çok da cömert davranırlardı. Ancak bu ödün, hiçbir zaman kendilerinden istenilen noktaya kadar götürülmezdi. Evlilik, genç kızların ana amacıdır. Bir kere evlendiler mi artık roller değişmiştir. Bu kez, uyanık davranma ve aşırıya götürmeme görevi onlardan çıkmış, kocalarının işi olmuştur..
   Bu bakımdan, Levantenlerle ilgili olarak çevrede yaygın, "Chi vuol far la sua rovina prende la moglie Levantina" ( mahvolmak istiyorsan bir Levanten hanım alacaksın ) atasözünün pek de boşa çıkarılmadığı tahmin edilebilir !..

   Francis Hervé, Levantenlerle ilgili gözlemlerini aktarmaya devam ediyor :
"Kentte Frenk halkı için, kişinin hangi ulustan geldiği pek önem taşımaz. Zaten hangi kökenden gelmiş olurlarsa olsunlar, İzmir'de birkaç yıllık bir yaşam bunların hepsini tipik bir Levanten haline sokacaktır..
  Tipik Levanten, hiçbirini iyi bilmeden, pek çok yabancı dili kötü ve yanlış konuşabilen kişidir. İzmir'de kullanılan Rumca zaten Yunanca'nın kötü bir kopyasıyken, bir Levanten'in öğrenip konuştuğu, onun da bir derece daha kötüsüdür. Levanten aynı zamanda, çıkarını son derece iyi bilen bir kişidir ve herhangi bir olanak bulduğunda ya sizinle bir pazarlığa girişmek ya da tek bir gün içinde bile çok değer değiştirebilen paranız üzerinden bir kazanç elde etmek fırsatını kaçırmayacaktır. Herhangi bir nedenle yararlarıyla bağdaştıramadığı durumlarda, sorularınızı karşılamaktan kaçınır. Yanıtları genellikle kaçamaklıdır. Buralarda, benimsedikleri Doğu adetleri sonucu, Avrupalı tacirler ile kıyaslandıklarında, Levantenlerin tembel oldukları, buna karşılık gösterişe son derece merak sardıkları görülür. Bu nedenle çok sarf eder ve az biriktirirler..
  İzmir'in Frenk halkı arasında yaşam biçimi de hayli standartlaşmıştır. Genellikle, sabah saat  8 ile 9 arası kahvaltı yapılır. Öğle yemeği saat  1'dedir. Yemekten sonra, kış ayları dışında, herkes birkaç saatlik bir uykuya dalar. Bu genellikle öğleden sonra 2 ile 5 arasını doldurur. Bu süre içinde tüm ticarethane ve yazıhaneler kapalıdır ve Akdeniz'de yaygın bir deyişe göre sokaklarda, 'Köpekler ve İngilizler dışında' canlı hiçbir varlığa rastlanmaz !. Akşamın 8'i, yemek ya da çay, ya da her ikisinin birden alındığı zamandır. Bundan sonra, hanımlar birbirlerinin evlerinde toplanırlar ; erkeklerse çoğunlukla gece yarısına kadar vakit geçirdikleri gazinolarına giderler.."

   



26 Mart 2013 Salı

BİR KENTİN MİMARİ YÖNDEN KATLİ !...





   İzmir'in Levanten ailelerinden İtalyan Cappadona ailesi kentin geleceğine damgasını vurmuş.. Baba Felice Cappadona sahibi olduğu şapka mağazasıyla ünlüymüş.. 1922 yılı öncesi ve sonrasında satış yapan, Yunanistan'a şapka ihracında bulunan bir firma..  İzmir hipodromunda çekilmiş olan yukarıdaki fotoğrafta en sağda görülen, dişlerini göstererek gülen kişi ise oğlu Mimar-Müteahhit Fabio Cappadonna..
   Alsancak Kordon'daki 26 adet birbirinden güzel Sakız yalısının yerine yapılan apartmanların müteahhidi.. Genelde köşelere yaptığı apartmanlar ve bunlardan elde ettiği güzel kazanç nedeniyle "Mr. Corner" ya da "Bay Köşe" diye anılan Cappadona ilk iki apartmanını 1950'lerin ortalarında dikmiş.. O zamanlar İzmir Belediye Başkanı Selahattin Akçiçek.. İlki, Gündoğdu'dan Konak'a doğru ikinci bina ; ikincisi  de Hilmi Selvili Apartmanı...
   Önceleri Birinci Kordon'da, Gündoğdu'dan Alsancak'a doğru 4 kat (12,80 mt ), birkaç yerde de 5 kat (15,80 mt ) gabari verilir.. 1956 yılında kabul edilen İmar Yasası sonrasında ise apartmanlar başlar..
   Türkiye'de tek evden apartmana geçiş sürecinin birinci dönüm noktası ; 1956 yılında kabul edilen 6785 sayılı İmar Yasası.. 1958'de de İmar ve İskan Bakanlığı kuruluyor..  Sonra da apartmanlaşmayı iyice teşvik eden, 26 Haziran 1965'de kabul edilerek 2 Temmuz 1965 tarihinde yürürlüğe konan Kat Mülkiyeti Yasası ile "cinayet" tescilleniyor !.. 
   Kat maliklerinin ayrı ayrı tapu almalarını sağlayan yasanın getirdiği güvence ile apartman yapımı özendirilir. Bu yasanın ardından 1966'da yürürlüğe giren İzmir Belediyesi İmar Yönetmeliği , yoğunluğun artmasına neden olur..
   İzmir'de çok katlı konut türünde Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'nın izlerini taşıyan tek yapı Anadolu Apartmanı'dır. Şu anda dış görünümünü koruyarak yenilenmekte olan bu apartmandan sonra, İzmir'de betonarme tekniği ile yapılan, büyük ve modern ilk apartman, Karantina semtindeki Hasan Nuri Bey Apartmanı'dır.
   İzmir'de ilk asansör de, Refik İzgi tarafından 1962'de üretilmiştir. İstanbul'daki SCHLIEREN firmasının acentesi olan İzgi, makine ve motorunu ithal ettiği asansörlerin diğer aksamını kendisi üretiyordu.
   İzmir'de asansörün kullanıldığı ilk apartman, Şair Eşref Bulvarı üzerindeki İdil  Apartmanı'dır..  
 
Gülnur Ballice'nin, "İZMİR’DE 20.YY KONUT MİMARİSİNDEKİ DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMLERİN GENELDE VE  İZMİR KORDON ALANI ÖRNEĞİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ" adlı tezinden küçük alıntılar yapılmıştır..


17 Mart 2013 Pazar

İZMİR'İN ORTA YERİ TİYATRO !...


 

   İzmir'de bugünkü anlamda düzenli gösterilerin yapıldığı ilk tiyatro, 1775 yılında, Amatör Tiyatrocular Topluluğu tarafından oluşturulmuştur. Bu grubun temsiller verdiği tiyatro binası, 1797 yılında şehirde çıkan karışıklıklar sırasında yanmıştır. Bu tiyatro hakkında, yaklaşık elli yıl sonra, La Spectateur Oriental Gazetesi, 20 Şubat 1824'de şunları yazmıştır :
"Bundan kırk elli yıl öncesinde, ticaret yaşamının parlak günlerinde, İzmir çok çeşitli eğlence yerlerini  barındıran bir kentti ve bu nedenle Doğu'nun Küçük Paris'i diye anılıyordu. Kentin diğer sosyal ve kültürel kuruluşlarının yanında, tiyatro amatörlerinin parasal katkılarıyla inşa edilip işletilmekte olan güzel bir de tiyatrosu vardı. Bu amatörlerin bir kısmı, yeteneklerini İzmir'in seçkin Avrupalı sosyetesi önünde bizzat sergilemekten de zevk alan kişilerdi.."
   Kısacası ; İzmir'in tiyatro ile tanışması, hele diğer büyük Osmanlı kentleriyle karşılaştırılacak olursa, epey erken tarihlerdedir..
   Gerçekte İzmir'i hiç görmemiş olan bazı Batılı yazarların bile, tiyatro yapıtlarının konularını İzmir'den seçtikleri görülmektedir. Örneğin Carlo Goldani'nin İzmir Emprezaryosu adlı eserinde olduğu gibi.. Oyundaki emprezaryo, tamamen düşsel bir karakter de olsa, olayların İzmir'de geçmesi bir bakıma, kentin o dönemde ulaştığı ünü ve sosyal kültürel düzeyi kanıtlamaktadır.
   İlk tiyatro, yandıktan sonra 1824 yılına kadar zaman zaman Frenk Gazinosu'nda etkinliklerini sürdürmüştür.
23 Aralık 1824 tarihli gazeteler ise, İzmir'in yeni tiyatrosunu tanıtmaktadırlar.. La Spectateur Oriental ; "Philip Octave.. Sayın halkımıza, kendilerine hoş bir eğlence sunabilmek üzere Il Vecchio, Buriato da Un Finto Astronomo Ossia Lo Sposalizio d'un Avocato adlı bir pandomim-bale gösterisi temsil edeceğini duyurmaktan kıvanç duyar.."



   İzmir'de tiyatro etkinlikleri daha çok kış aylarında yoğunlaşmaktadır. Yaz aylarında ise, iklim gereği, yabancılar ve varlıklı azınlıklar çevre köylerine gitmektedirler. Buna rağmen, aşağıdaki gazete haberi, yazlık alanlarda bile gösterilerin devam ettiğini göstermektedir :
Deux Billets" ( İki Bilet ) ve Le Retour Imprevu ( Beklenmeyen Dönüş ) adlı yapıtlar, aslında bazıları Fransızca'ya çok da hakim olmayan genç oyuncular tarafından, olabildiğince iyi temsil edilmiştir. Özellikle 'Beklenmeyen Dönüş'te Mme.Bertrand, alkışlarla karşılanan, çok başarılı ve doğal bir rol yeteneği sergilemiştir.."
   Théatre des Amateurs de Boudja (Buca Amatörler Topluluğu Tiyatrosu) tiyatro grubunun 27 Haziran 1829 Cumartesi günü Buca'da, kalabalık ve seçkin bir seyirci topluluğuna sunduğu gösteriye ait bu haber La Courrier de Smyrne gazetesinin 5 Temmuz 1829 tarihli sayısında yayımlanmıştır..
Kentte tiyatroların ve tiyatro oyunlarının hemen daima gündemde olması, İzmir'e gelen yabancı gezginlerin bir çoğunun da dikkatini çekmiştir. Bunlardan biri, masallarıyla dünyaca ünlenmiş Hans Christian Andersen' dir. 1838 yılında vapurla yapmış olduğu bir gezinin izlenimlerini aktardığı A Poet's Bazaar adlı yapıtında Andersen, kıyıya çıkınca ilk olarak bir tiyatro afişiyle karşılaştığını yazar. Bu, bir Fransız tiyatro trupunun, Les Premiers Amours ( İlk Aşklar ) ve La Reine de Seize Ans ( 16 Yaşındaki Kraliçe ) adlı temsillerinin afişidir..
   İzmir'deki tiyatro etkinliklerinden bahseden bir diğer ünlü yazar da, Gustave Flaubert'tir. 1850 yılında kentte birkaç gün kalan yazar, bu kısa süre içinde Fransız kumpanyası Daiglemont trupunun temsil ettiği Passe Minuit ( Gece Yarısından Sonra ) ve  La Seconde Année ( İkinci Yıl ) adlı oyunları izlediğini gezi notlarında belirtmiştir..
   Yine 1843 yılında, kentte yalnızca bir gün kalabilen Gerard de Nerval, o akşam tiyatroda Donizetti'nin bir operasını izlediğini belirtir..

    
Andersen                      Flaubert                      Nerval

   Gökhan Akçura, "İzmir Şehir Tiyatrosu" adlı kitabında ; 1841 yılında İzmir'de Théatre Euterpe adlı yeni bir tiyatro binasının hizmete girdiğini anlatır.. 1874 yılına ait bir haritanın incelenmesinden, bu tiyatronun o yıllarda var olduğu ve Rue des Roses ( Gül Sokak ) üzerinde yer aldığı anlaşılmaktadır. Dönemin gazeteleri salonun yaklaşık 400 kişilik olduğunu, iki sıra loca, amfiteatr şeklinde bir galeri ve çoğu numaralı sıraların bulunduğu bir parterden oluştuğunu yazmaktadırlar..
   1860'lı yıllarda ise, Théatre de Smyrne ( İzmir Tiyatrosu ) devreye girer. Euterpe Tiyatrosu'nun bulunduğu Gül Sokağın paralelindeki Garbi Sokak'tadır bu tiyatro, bu yüzden de sokak Rue de Théatre (Tiyatro Sokağı) diye adlandırılır.
   "İzmir Tiyatrosu" 16 Kasım 1884'deki büyük yangında yanmıştır. Bu yangından sonra kentte, tiyatro etkinlikleri Apollon Tiyatrosu ve benzeri yerlerde sürdürülmüştür. Bunlardan biri de Alhambra ( Elhamra ) Tiyatrosu olmuştur. Stanboul gazetesinin 9 Haziran 1885 tarihli haberine göre ; bir İtalyan trupu, burada La Traviata'yı temsil etmiştir..
   Stamboul Gazetesi sekiz yıl önce de, 7 Kasım 1877'de, opera oyuncularının, M. Labruna adlı, Mısır'dan İzmir'e gelmiş bir emprezaryo tarafından getirtildiğini, 1878 yılı başlarında da La Favorite ve Ruy Blas oyunlarını temsil ettiklerini de yazmıştır.. Aynı gazetenin 17 Ocak 1878 tarihli sayısı ; İstanbul'un bile böyle bir olanaktan yoksun olduğuna ve bu yönden İzmir'in, sanatsal etkinlikler açısından, çok iyi durumda olduğuna dikkat çeker..



   Yine bu yıllarda Türk halkına yönelik tiyatro etkinlikleri de yavaş yavaş başlamıştır. Efdal Sevinçli'nin "İzmir'de Tiyatro" adlı kitabından ; İstanbul'dan bir Ermeni trupunun, 1862-64 yılları arasında İzmir Tiyatrosu'nda temsiller verdiğini öğreniyoruz..
   Türk halkına hitap eden Türkçe tiyatro gösterileri ise 1880'lerin ortalarından sonra oynanmaya başlamıştır. Bu temsiller, genellikle İstanbul'dan gelen ve oyuncularının hemen tümü Ermeni asıllı olan tiyatro trupları tarafından oynanmaktadır.
   1887 yılında, Ramazan ayı içinde, Bekliyan Efendi'nin yönetimindeki "Temaşa-i Osmani" adlı tiyatro kumpanyası İzmir'de Fransızca ve Türkçe temsiller vermiştir. Aralarında Virgini Karakaşyan ve Şirinyan gibi ünlü kadın oyuncuların da yer aldığı bu trup ; Ango'nun Kızı, Girofle Girofla, Orfe'nin Cehenneme Girişi ve Güzel Helen gibi Fransızca ; Arif'in Hilesi, Pembe Kız, Köse kahya ve Leblebici Horhor Ağa gibi Türkçe oyunları sergilemiştir.
   1894 yılında ise, Birinci Kordon'da ( Bella Vista ), ünlü Sporting Club hizmete girer. Sosyal bir kulüp olmasının yanı sıra düzenli bir gösteri salonuna da sahip bulunmaktadır. 10 Ekim ve 4 Kasım 1894 tarihli Ahenk gazetesinde, Paris'ten bir tiyatro kumpanyasıyla anlaşıldığı ve kulüp salonunda temsiller vereceği yazmaktadır..
İkinci Meşrutiyet'in duyurulmasıyla Osmanlı ülkesinde akıl almaz bir hızla ortaya çıkan siyasal coşku ve bu coşkunun yansıması olan gösteriler, kendisine tiyatro sahnesinde de yer bulmakta gecikmez. Tiyatro, güncel politikanın içindedir artık. Öfkesini, hıncını dile getirmek için oyun yazmak en kolay yol olmuştur. Birbiri ardına Jön Türklerin serüvenlerinden, Abdülhamid'in yaptıklarına ve yaptırdıklarına değin uzanan içerikleri ile yeni yeni piyesler sahnelerde yerlerini alırlar.. Tiyatro artık bir tutkudur ve bu tutkuyu İttihat ve Terakki beslemektedir.. Öyle ki ; yenilikçi, öncü olmak sorumluluğunu yüklenen Cemiyet üyesi subaylar, Türk kadınının topluma katılımını sağlamak amacıyla, İzmir'deki Sporting Club'da, Şubat 1909'da bir gösteri düzenlerler. Amaçları, eşleriyle birlikte bu gösteriyi izlemektir. Ne var ki, kadınla erkeğin birlikte oyun izleyeceklerini duyan tutucu çevreler, kulübün etrafını sararak bunu engellerler !..
   Bütün gösteriler Cemiyet denetiminde seyirciye sunulurken millileşme süreci, Hürriyet ve Türkleşmek sözcüğüyle bütünleşmiş ; yer adlarından topluluk adlarına değin doğal bir akış içinde "Türkleşmek" kampanyası başlatılmıştır. Örneğin Karşıyaka'da Manisalının Tiyatrosu'nda, 8 Temmuz 1909 tarihli Ahenk gazetesi haberine göre, Sahne-yi Hürriyet Türk dram kumpanyası, Kanlı Macera adlı beş perdelik oyunu oynamaktadır..
   Ekim 1909'da İzmir'e gelen Milli Osmanlı Tiyatrosu, İzmir'de ve Karşıyaka'da ilgi çeker. Programlarındaki 31 Mart Vak'a-i İrticaiyyesini Musavver Yıldız'da Bir Vak'a" oyunu, siyasal-belgesel tiyatronun tipik bir örneği olarak seyircinin büyük beğenisini toplar..
   Osmanlı donanmasını güçlendirmek amacıyla açılan kampanyalarda İzmir, tiyatro ve sinematografi gösterilerinde topladıkları paraları İane-i Bahriyye Komisyonu'na gönderir.
   Nihayet, 1911 yılının Nisan ayında, Ahmet Cevdet Efendi yönetiminde, İzmirli gençler bir araya gelerek SAHNE-Yİ BEDAYİ MİLLİ TİYATRO HEYETİ' ni kurarlar. Bu haber, 14 Eylül 1911 tarihli Ahenk gazetesi tarafından verilmiştir..
   1913 yılı Mart ayında, Sahne-yi Bedayi'nin, küçük bir ad değişikliğiyle, İZMİR SAHNE-İ BEDAYİ MİLLİ TİYATRO VE HEVESKARAN HEY'ETİ adıyla ortaya çıktığına tanık oluruz.. İşte bu topluluk, Milli Kütüphane'nin bir parçası olarak, Milli Sinema'nın yapım masraflarını karşılamak amacıyla, 10-11 Mart 1913 akşamları, Beyler sokağındaki Osmanlı Sineması'nda, İzmirli oyun yazarı Melekzade Fuad Bey'in, Edirne Müdafaası yahud Şükrü Paşa adlı "askeri milli dram"ını oynarlar..
  
   1937-38 tiyatro sezonunda, İzmir Halk Evi, Türk Ocağı binası olarak yaptırılan bugünkü İzmir Devlet  Tiyatrosu binasında, amatör tiyatro çalışmalarına Tırtıllar piyesi ile başlar...
  Daha sonra, dönemin belediye başkanı Reşat Leblebicioğlu ve belediye meclis üyelerinin yardımları, rahmetli Avni Dilligil'in çabaları ve kurduğu kadroyla, İZMİR ŞEHİR TİYATROSU, 28 Şubat 1946'da, Strindberg Suçlu mu ? piyesiyle, Kültürpark Sergi Sarayı içinde tiyatro olarak hazırlanan yerde perdelerini açar. Topluluğun dağıldığı 10 Ekim 1950'ye kadar 44 telif piyes oynanır.. Kültürpark Sergi Sarayı'ndaki tiyatro 19 Aralık 1948'de yanınca, 15 Ocak 1949 gecesinden itibaren Halkevi Sahnesi'ne geçer..
   Ekonomik sıkıntılar, yönetim boşluğu ve oyuncular arasındaki anlaşmazlıklar sonucu ; Belediye Meclisi kararıyla, İzmir Şehir Tiyatroları'nın dört yıllık çabası son bulur..
   İZMİR DEVLET TİYATROSU, Muhsin Ertuğrul'un ikinci genel müdürlüğü döneminde, 1956-1957 tiyatro sezonunda açılır....



( KAYNAKÇA ; Rauf Beyru, "19. Yüzyılda İzmir'de Yaşam" ; Efdal Sevinçli, "İzmir'de Tiyatro" )

13 Mart 2013 Çarşamba

KENTİN MUSEVİLER'İ ( 2. Bölüm )

    

   1838 yılında İzmir'de Fransızca olarak yayınlanan  Journal de Smyrne adlı haftalık gazetenin "La Colonie Juive de Smyrne" ( İzmir'de Musevi Kolonisi) başlıklı makalesinde Museviler şöyle anlatılmaktadır : "İzmir'deki Musevi kolonisi bir yandan teokratik bir yönetim altında bulunurken, öte yandan da yasa ve kurallarda, yalnızca sultana bağlı olan bir cumhuriyet sisteminin tüm biçim ve ögeleri izlenebilmektedir. İki belirgin örgüt topluluğu yönetir, görev ve yetkileri paylaşır ; On İkiler Konseyi ya da daha çok 'Komün / cemaat' diye bilinen örgüt ve Din Adamları (Rabun) Kurulu... Tüm uluslarda izlediğimiz yenilik düşüncesinin bu topluluğu da etkilemeye başladığını ve bu nedenle söz konusu ikinci kurulda, bir süreden beri önemli değişikliklere gidildiği görülmektedir. Halen üç üyeden oluşan kurul, temyizi bulunmayan bir mahkeme niteliğindedir. Dinsel ve sivil her türlü anlaşmazlık bu kurula getirilir. Her ne kadar dine ilişkin olmayan durumların Türk mahkemelerine getirilmesi mümkünse de, bu yola çok seyrek gidildiği, ayrıca bu halde suçlunun toplumdan aforoz edilmesi de beklenebileceğinden, genelde kişilerin kendi doğal yargıçlarına, Rabin'lere başvurdukları görülür..
   Komün / Cemaat Kurulu, üç gruba ayrılan on iki üyeden oluşur. Bu gruplardan birincisi, toplulukla Türk yönetimi arasındaki ilişkileri düzenler. Rabinlerden oluşan üçlü yargıç grubunun kararlarını uygulamaya koyan da bu gruptur.. İkinci grup, vergilerin toplanması ve muhtaç durumda olanlara gereken yardımın sağlanmasından sorumludur.  Genel asayiş ve polislik görevi ise, üçüncü gruba düşmektedir. Böylece Komün, topluluğun muhasebe işlerini düzenlemekte ve içinden, gerekli vergiyi Türk yönetimine ödemektedir. Gelir kaynaklarının belli başlılarını ise ; ete, şaraba ve çeşitli tüketim mallarına koydukları vergilerle, özellikle varlıklı kişilerden topladıkları vergiler oluşturmaktadır. Bu konuyu düzenlemek ve varlık durumlarına göre her aileden alınacak vergiyi saptamak üzere her üç yılda bir, değerlendirme komisyonu seçilir..
   Her bakımdan epeyce sefil durumda bulunan fukara sınıfının sıkıntıları çok ilginç bir çeşit yardımlaşma örgütüyle hafifletilmeye çalışılır. Sözü edilen bu kuruluş 'Bicorcholim' örgütüdür. Pek çok yönüyle, İtalya'daki 'Misericorde Derneği'ni andıran kuruluşun ana amacı ; dindaşlarının en acil gereksinimlerini karşılamaktır. Bunlardan biri ağır hastalandığında, yönetim kurulu, kendisine geceleri bakmak üzere her gün üç kişiyi saptar. Bu amaçla en zengin kişilerin de bu göreve seçildikleri görülmekte ve bundan kaçınma yolu bulunmamaktadır.. Kötü beslenme koşulları, zeytinyağı ve tuzlanmış balığı çok fazla yemeleri sonucu, Musevilerde çeşitli hastalık türleri oluşmuştur. Ev hayatları epeyce tekdüze geçer ; işlerden ve ibadetten arta kalan az bir zaman ise, eğlenmeleri için çoğunlukla yeterli olamamaktadır.."

  1856 yılında, bulunduğu İzmir'deki Musevileri şöyle tanımlar George Rolleston : 
"İzmir Musevileri, genellikle uzun boylu ve hemen her zaman açık renk saçlıdır. Genelde açık, çoğu kez mavi gözlü, düz burunlu ve biraz kadınımsı beyaz tenli olurlar. Çehrelerinde bir uysallık ve itaat ifadesi bulabilirsiniz. İzmir'de yoksul Musevilerin durumu, diğer bütün toplumların yoksullarına oranla daha düşkündür. Yaşadıkları evler daha kalabalık, sokakları daha kirli ve gıda rejimleri daha kötüdür. Buna rağmen, İzmir'de kendilerine çeşitli fermanlarda önemli bir takım haklar ve teminatlar sağlanmıştır.  Öyle ki, genelde vergilenme yönünden egemen ırkla yani Türklerle aynı düzeyde tutulur ve onlar tarafından hırpalanmazlar. Buna karşılık, Rumların, Türklerden gördüğü her hakaret ve her eziyet, bunlar tarafından adeta Musevilere aktarılır ve bu nedenle de, özellikle dinsel heyecanların kabardığı dönemlerde, bir Musevi için, Rum mahallesi yakınında dolaşmanın güvenli olduğu pek söylenemez !.."      
  

2 Mart 2013 Cumartesi

ESKİ KABADAYILAR !..

     

   18.yüzyıl ortalarında İzmir kentini tehdit eden bir olay vardı : Sarıbeyoğlu Olayı...
   Fransa Konsolosluğu kayıtlarından aktarılan belgelere dayanılarak derlenen anlatımda ( Ömer Sami Coşar, "Fransa'nın İzmir Dosyası" ) Sarıbeyoğlu Mustafa'nın Denizli'nin önde gelen ailelerinden bir ağa olduğu, ancak Aydın paşasının haksız ve yakışıksız davranışlarına uğraması üzerine 200-300 adamıyla dağa çıktığı, paşanın Babıali'ye başvurarak Sarıbeyoğlu'nu asi ilan ettirdiği, üzerine asker gönderildiği, bu arada adamlarını 800-900 civarına çıkaran ağanın, üzerine gelen devlet güçlerini yendiği ve daha da güçlenerek vilayeti haraca bağlamaya başladığı anlatılmaktadır. 1738 yılının 25 Mart'ında, ağanın İzmir'e geleceği ve kenti yağma edeceği haberi gelmiştir. Burada, Fransa Konsolosunun mektubundan bir bölümü aktaralım :
"Kentte korku öylesine büyümüştü ki, bütün Frenk tüccarlar ve İzmir'in ileri gelenleri, körfezde bulunan 40 kadar gemiye ailelerini, servetlerini, evlerinde değerli ne varsa nakletmişlerdi. Bu gemilerin 26'sı Fransız yelkenlileriydi. Gemilerimizde yer bulamayanlar, günlüğü 3, 4, hatta 5 kuruşa sandallar kiralayarak açıktaki gemilerin arasına sığındılar.."
   Bunu izleyen 28 Mart günü kentin çevresinde Bornova, Narlıköy, Hacılar ve Kavaklıdere köylerinde yabancılara ait bütün evler yakılıp yağma edilmiş, Seydiköy ve Buca'da İngilizlerin evleri yıkılmıştı..
   Sarıbeyoğlu'nun daha sonra aradaki uzlaşma gereğince, kendisine 30 kese para ödenmesi üzerine İzmir'den içerilere çekildiği, ancak, tarımsal alanlardaki ürüne el koyduğundan kentte kıtlık tehlikesi baş gösterdiği, buğday fiyatlarının alabildiğine yükseldiği anlatılmaktadır. Kervan yolları kesilmiş, kentte ticaret yaşamı hemen hemen durmuştu. Sonunda Osmanlı ordusu harekete geçmiş, Sarıbeyoğlu yenilgiye uğratılarak öldürülmüştü..
   Kentte, çoğunluğu yabancılardan olmak üzere, koruyucu bir sur yapımı için para toplanmış, ayrıca, yabancı tacirler ve konsoloslarca, toplarla donatılmış sağlam giriş kapıları inşası için parasal katkılarda bulunulmuştu.
   Frenk caddesinin güvenliğini sağlamak üzere dört büyük kapının inşa edilmesine ilişkin bir projenin finanse edilmesi, hatta inşaatına başlanması da, yabancıların kendilerini korumak için yaptığı işlerdendi..
   Fransa Konsolosunun görüşü şöyleydi : "Kent içinde güvenliği sağlamak için Müsellimin emrinde 10-12 yeniçeri var. Kente yetmeyen bu kuvveti dışarı göndermesi mümkün değil. İngiltere Konsolosu ile de görüştüm. Tek çare, İzmir'e bir paşanın atanmasıdır. Biliyoruz ki, paşa ve askerlerin gelmesiyle halk ve bizler üzerindeki vergi ve bağış baskısı artacaktır. Ama, her şeye rağmen tüccarlar buna razıdırlar.."

   1950'li yıllarda ise, kentin belirli bölgelerinde egemenlik kurmuş ünlü kabadayılar vardı. Bu dönemin kabadayıları, yanlarında adamlarıyla dolaşan, genellikle ayakkabılarının arkasına basan, ceketlerini yana atan ve tespih çeken tiplerdi.
   Menemen ve Karşıyaka, Menemenli Bahri'nin ; Karşıyaka'nın bir bölümünden başlayarak Basmane'ye kadar olan bölge, Bayraklılı Fethi'nin ; Bornova bölgesi "Dilsiz" Recep'in ; Tepecik, "Boşnak" Vehbi'nin ; Eşrefpaşa, "İmanım" Mehmet Ali'nin ; Basmane ve Konak ise, "Baunaki" Yaşar adında bir tüccarın egemenliğindeydi...
   Halkın bu kabadayılardan şikayetleri olduğundan, 1950'lerin başlarında Emniyet Müdürü olarak görevlendirilen Halim Saatçi, bir genelge yayınlayarak önce kabadayıların giyim kuşamlarını değiştirmeye çalışmıştır.
   Ayrıca, yeni Emniyet Müdürü, bu genelgeye uymayanları kendi yöntemleriyle cezalandırarak onları etkisizleştirmiş, olaylar azalmıştır..
   Kabadayıların bu dönemde Emniyet Müdürü tarafından cezalandırılma biçimleri, pek çok kişi tarafından hatırlanmaktadır. Suç işleyen kabadayılar polis arabasıyla Belkahve'nin ilerisinde indirilip buradan İzmir'e kadar yaya yürümek zorunda bırakılırlardı. Hatta işledikleri suç ağırsa, buraya çıplak olarak da bırakıldıkları, döneme tanıklık etmiş olanlarca anlatılmaktadır..
   Bu yıllarda bazı lakaplar taşıyan ve herkes tarafından bilinen ünlü sabıkalılar da bulunmaktadır. Dönem dönem dolandırıcılık, uyuşturucu kullanma gibi suçlardan yargılanan "Fırıldak Ömer" gibi.. Ayrıca, "Alsancak Vampiri", "Bayındır Canavarı" diye adlandırılan sabıkalılar da vardı...

 

   Bu kabadayıların sonunda düştükleri Konak'taki eski cezaevinin, gerek çok işlek bir yerde olması ve gerekse çarşıya çok yakın olması, bazı olumsuzluklara yol açmaktaydı. İlçe Jandarma Komutanlığı, cezaevinin hemen yakınında olmasına karşın, zaman zaman tutuklular buradan kaçabilmekteydi. Ayrıca kaçağın hemen kalabalığa karışabilme şansına sahip olması, cezaevi görevlileri ve jandarmanın müdahalesini engelleyebilmekteydi..
   Böylece 1953 yılında Buca Cezaevi'nin ihalesi yapılmıştı. Cezaevinin planı, Amerika'nın ünlü Sing Sing Cezaevi planına uygun olarak çizilmişti.
   Buca Cezaevi'nin inşaatı sürerken, tamamlanmış olan bölümler kullanılmaya başlanmış ve 1959 yılı Ağustos ayında Konak'taki tutuklular buraya taşınmıştı. Konak Cezaevi'ndeki 705 tutuklu, yeni cezaevine ESHOT otobüsleriyle taşınmış ve on saatlik bir çalışma sonunda taşınma işlemi tamamlanmıştı..
   12 yıl kervansaray, 196 yıl da cezaevi olarak kullanılmış olan eski cezaevi boşaltıldıktan sonra binanın tarihi anahtarı, 29 Ağustos 1959'da, Maliye'ye teslim edilmiş ve hemen ardından da yıkım işlemi başlamıştı..