17 Ekim 2012 Çarşamba

1970'Lİ YILLAR..


Ne günlerdi ama o günler.. Sıkı bir okuldan, iyi bir eğitimle mezun olmuş, hiç ara vermeden EÜ Fen Fakültesi Fizik-Kimya bölümüne girmiştim.. 1970-1971 yılları.. Daha okulun ilk günü "kantine, kantine" bağırış çığırışları arasında, şimdiki Bornova metro son durağı karşısındaki bahçede bulunan, yarım daire şeklindeki sactan yapılmış öğrenci kantinine sürüklendik !.. Tarihleri karıştırıyor olabilirim ama bizden istenen şey şuydu ; Ankara yolu üzerinde lastik yakılacaktı, ABD'yi protesto amaçlı.. Henüz kolejin havasını üzerimizden atamamışız, ceket-pantolon "tertemiz" çocuk havasında ve hevesle gelmişiz, olaya bak !.. Demek ki üniversite böyle bir yerdi.. Öğleden sonra da boykot kararı alındı !..
   Nazım Hikmet'e ait ilk kitabımı,"Seçmeler"i de birinci sınıfta, işte bu sıralarda okumuştum.. Benim sınıftan, Afyonlu, yurtta kalan bir kız, bir gün elime sıkıştırıverdi bu kitabı.. "Yurtlarda arama-tarama varmış bu akşam..Sende kalsın" diyerek verdiği ve hala bende olan bu kitap sayesinde başladı Nazım sevdası.. 1970 yılı 2.baskı, Ararat Yayınevi'ne ait bu kitabın ilk şiirinin adı "Yol Türküsü" idi :

"Sabah buradaysak akşam ordayız.
Günlerin peşinde bir hovardayız.
Bazı mısra gibi dudaklardayız
Bazı "kimsin" diye soran bulunmaz.

Hey anam hey ! Yolcu yolunda gerek.
Bazı altımızda taş toprak döşek,
Bazı örtünecek yorgan bulunmaz !"

   Daha önce hiç doğru dürüst şiir okumamıştım, genelde düz yazıyı tercih ederdim ama şimdi, okuduğum bu şiirle ve lisede edebiyat derslerindeki "mefailü.." lerden sonra, adeta çarpılmıştım !.. Bu şiirin, yani "Yol Türküsü"nün ardından gelen "Açların Göz Bebekler", "Makinalaşmak" , "Güneşi İçenlerin Türküsü" gibi şiirlerle başucu kitabım olmuştu bu kitap... Adını bile unuttuğum kızın emanetini halen saklıyorum, aldığım günkü gibi..
   İki yıl kadar dayanabildim fakültede,daha fazla değil.. Fizik dersine giren İsmet Bey sayesinde. Derslere bisikletle gelip giden bu hoca, üst üste girdiğim üç sınavda 49 vererek, beni soğuttu.. Sık sık boykot olayları da öğrenciyi okumaktan soğutan başka bir etkendi.. Kolejden en sevdiğim arkadaşlar da, ben EÜ'ne girerken, İTBF'ye girmişlerdi ve güzel bir grupları vardı. Bir ayağım artık Alsancak'ta idi..
   Tekrar sınava girip, bu defa İTBF' ye başladım, Pazarlama bölümü.. Yıl da bu arada 1974 olmuştu.. Boykot olayları burada da aynen devam ediyordu.. Aslında sinir bozucu bir şeydi..Tam çalışmışsın, hazır bir durumda    okula gelmişsin, bir bakıyorsun boykot !..
   Bir sabah, troleybüsten okulun önünde inip binaya doğru yürürken bir gariplik olduğunu anladım. Binanın camlı giriş kapısının ardında ve kapı önünde hiç öğrenci yok !.. Birkaç kişi görülüyor ama hiç de okulun standart öğrencilerine benzemiyorlar.. Kapıyı açıp güler yüzle beni içeri buyur ettiler, birisi "acele edin sınav birazdan başlıyor" dedi, neredeyse koluma girip içeri sokacaklarken bir de etrafı kollayayım dedim ve İzmir sineması önündeki parkalı kalabalığı gördüm.. Bütün çocuklar orada !.. "Bir arkadaşı gördüm, onu da getireyim" diyerek sivil polisin elinden sıyrılıp karşıya geçtim..
   Üç dört ay süren boykotlar gerçekten de okumaktan soğutuyordu.. Kahveler, kafeler, parklar öğrenci kaynıyordu. Bu boşluk sırasında, Kız Lisesi son sınıftan bir kız ile tanıştım ve "kendi çapımızda" bir aşk yaşamaya başladık !..  Rastlantıya bakın ki, bir yıl sonra EÜ'yü kazandı ve bu defa da Bornova'ya gidip gelmeye başladım !..
   Olaylar iyice tırmanmakla meşguldü.. Geceleri silah sesleri duyarak uyumaya alışmıştık.. Öğrenci olayları, solcu veya sağcı ölümleri haberleri, her geçen gün,  gazetelerin daha iç sayfalarına taşınmaya başlamıştı. Hiç unutmuyorum, kız arkadaşımın sınıfından, benim de tanıdığım bir öğrenci İzmir'de, Hatay Nokta durağında, kendisine çelme takan Hatay Ülkü Ocakları üyesi bir gence diklenince kalbinden şişle vurulmuştu. Yarasından hiç kan akmamış, oraya yakın bir yerdeki evine- hem de çatı katı- kadar merdivenlerden çıkıp, kapıyı açan babasının ayaklarının dibine düşüp can vermişti.. Sanki lanetli bir aileydi ; oğlan kardeşi sonradan evden kaçmış, babaya üzüntüden felç inmişti.. Evde çıkan bir yangında o da hayatını kaybetmişti..      
   Kısacası "kayıp" ama yine de her şeye rağmen güzel yıllardı..
   Yaşamımda hiç unutmayacağım günlerden biri de 8 Mart 1976 pazartesi günüdür.. O gün tanışmamızın birinci yıl dönümüydü sevgilimle ve öğleyin onunla Konak'ta buluşacaktık.. Pazar günü İkiçeşmelik semtinde Hüseyin Adıgüzel adında solcu bir işçi genç vurulup ölmüştü ve cenazesi Devlet Hastanesi morgundaydı. Sabahtan okula gittiğimde her zamankinden değişik bir atmosfer vardı.. Ege Üniversitesinden bir öğrenci grubunun cenazeyi almak üzere hastane önüne gelecekleri, sol camiada "fıstıkçı" diye adlandırılan fakültemiz öğrencilerinin, Konak'a daha yakın olmamızın avantajını kullanarak, cenazeyi almasına karar verilmişti !.. Ezik durumdan sıyrılmak için öğrenci birliğinin verdiği bu kararı uygulamak ve "Konak'ta toplanıyoruz" sloganına uymak gerekiyordu.. Ben düşünce olarak sempati duyduğum görüşe hiç militan olarak hizmet vermedim.. Ne yalan söyleyeyim, arkadaşımla buluşacağım saate kadar  zaman geçirmek amacıyla gruba takıldım.. Aramızda benim gibi olan dört-beş kişiydik.. Vardığımızda zaten hastane önü ana baba gününe dönmüştü bile ve biz de en geride, şimdiki katlı otoparkın olduğu yerde beklemeye başladık.. Bir yandan da gevrek kemiriyorduk !..
   Bir ara arkaya baktığımda, iki sıra "fruko"nun ( Bilmeyenler için : O dönemin Toplum Polisi ) tam önünde olduğumuzu gördüm ama aldırmadım. Sonra ön taraflardan sloganlar atılmaya başlandı, polise küfürler edildi.. Birden, iyiden iyiye bir çember içine alındığımızı fark ettik ama geç kalmıştık !.. Olaylar aniden patlak verdi.. Silahlar patladı ; bağırışlar, koşuşmalar, sloganlar gırla gidiyordu.. Bornova grubu gelmişti !.. Tiz bir düdük sesi duyuldu ve aynı anda iki polisin kollarıma girmesiyle ayaklarımın yerden kesilmesi bir oldu !.. Parkam, uzun saçlarım ve "Che" sakallarım sayesinde azılı bir terörist yakalanmıştı işte !.. Toplum polisi otobüsü önünde tekme tokat içeri buyur ettiler. Daha ön kapı basamaklarını çıkar çıkmaz şakağıma yediğim bir yumrukla savruldum koltuklardan birine. Canımı acıtan yumruk değil, kare şeklinde altından koca bir şövalye yüzüğüydü ve bir muşta görevi görmüştü.."Gel bakalım kızıl papaz" lafı ise, vururken doğrudan bana söylenmişti !..
   Beş dakika içinde otobüs doluverdi.. Bir tane bile tanıdık yoktu !.. Tanıdık aşağıda, endişeyle bana ve kanlı şakağıma bakıyordu.. "Kıl Ahmet".. Ahmet Burak..O, yırtmıştı.. Elimle telefon işareti yaparak bizimkileri aramasını söyledim..
   Götürüldüğümüz Kantar Karakolunda polisin neden o kadar sert davrandığı da belli oldu : Bornova grubu iki polisi tabancayla yaralamıştı.. Kemeraltı Çarşısı, büyük bir kaçıp kovalamacaya sahne olmuştu ve bu arada tipleri, benim gibi , solcu imajına sahip olanlar da yakalanıp getirilmişlerdi.. Ablamın Güzelyalı Park apartmanından bir komşusunun oğlu, otomobil satın almak için taşıdığı para dolu çantayla ve takım elbiseli, kravatlı haliyle notere giderken tutuklanmıştı örneğin.. Düzenli bir ince sakal bile yetmişti tutuklanması için ilkel beyinli polislere..
   Bizim grup, Kantar Karakolu'na ilk gelen gruptu.. Sonra, ardı ardına tutuklu akını başladı.. En sonra getirilen grubun ise eli yüzü dağılmış durumdaydı.. Polislerin yaralanmasından onları sorumlu tuttukları belliydi. Çoğunlukla "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" ya da "iti ite kırdırma" politikasını uygulayan polis, kendi canı yanınca birden delirmişti.. Bir ara, içlerinden ikisi zaten dağılmış durumdaki bir genci kollarından tutarken, üçüncü polis eline muşta gibi geçirdiği miğferiyle gencin hayalarına bir yumruk savurdu !.. Hayretle sahneyi izleyen biz tutuklular, aynı anda bir "ıh" sesi çıkardık.. Sanki aynı anda hepimize birden vurulmuştu.. Mesaj alınmıştı.. Konuşmalar, sızlanmalar, diklenmeler bıçak gibi kesildi !..

   Saat 14:00 civarında avukat olan ağabeyim geldi Kantar'a, bana moral verici bir göz kırpıp komiserin yanına girdi.. Daha sonra da yanıma geldi ; bu defa gülmüyordu, "mahkemeye çıkarılacaksınız" dedi düşünceli bir şekilde.. O an bana söylemediği bir şeyler olduğunu anladım ve aynı anda da korkunç bir açlık hissettim..
   Saat 16:00 gibi tekrar otobüslere bindirilerek Karataş'a, şimdi Polis Evi olan binadaki, DGM Mahkemesine götürüldük !.. Yahu ne oluyor, neden DGM'deyiz filan derken birer birer ifadelerimiz alındı. Deniz manzaralı bir salondu ve akşam güneşi bizim umutlarımızla birlikte batıyordu.. Yaklaşık 150-200 kişi olduğu için ertesi güne kaldı mahkeme.. Bazen düşünüyorum da, bugünlere denk gelse resmen yanarmışız !..
   Dışarı çıkıp otobüslere binerken, tam karşıdaki Kız Lisesi yatılı öğrencileri bize tezahürat yaptılar.. İşte o anda herkesin kendini bir "devrimci" olarak hissettiğine adım gibi eminim !..
   Sonra "dağıtım" başladı.. Bizleri üçer-beşer karakollara bırakmaya başladılar. Benim de içinde bulunduğum grubun kısmetine Alsancak Karakolu nezarethanesi düştü.. Hiçbir kötü davranış görmedik.. Saat 19-20:00 civarında pide-ayran ikram edildi.. Gece yarısını geçtiğinde ise, pavyon, meyhane ve gece kulüplerinden fuhuş yaptığı için getirilen kadınlar, kavga eden sarhoşlar filan düşmeye başladı.. Biz "siyasi" olduğumuz ( ! ) için herkes saygı gösteriyordu.. O dönemin solcu liderleri gerçekten halkını seven, idealist kişilerdi ve büyük sempati toplamışlardı. Üç suçsuz ve bir tek cinayete karışmamış gencin idamından sonra bu sempati daha da pekişmişti..
   İki yıldır çektiğim bel rahatsızlığı nedeniyle sabaha kadar uyuyamadım. Mart ayının nemli serinliği parkayı da adeta delerek ağrılarımı iyice azdırmıştı..
   Sabah, tekrar Karataş'ın yolunu tuttuk.. Yine bitmedi sorgulamalar  ve ikinci gece kalacağımız yer de belli oldu : Tepecik Karakolu !..  Koca binada başka nezarethane olacak yer yokmuş gibi, tam merdiven altına yapılan bir nezarethane !.. Ayakta en fazla üç dört kişinin durabileceği bir yere, tam sekiz kişi doldurulduk.. Bizim grupta olanlardan biri dün geceyi Fuar Hilton'da geçirdiğini anlattı, yani bir polis minibüsünde, Fuar'ın içinde devamlı tur atarak ve polislerden dayak yiyerek !.. "Beterin beteri vardır" sözü boşuna söylenmemiş !..
   Gece geç saatlerde getirilen birkaç Roman vatandaş, nezarethanede yer olmadığından polislerin odasında çay içerken, bizler idrar kokan bir yerde ayakta uyumaya çalışmak zorundaydık. Yere çömelme olanağı bile yoktu.. Bir gece öncesinden de uykusuz olduğumdan, düşme korkusu taşımadan, ayakta uyudum resmen !.. Daha doğrusu, sızdım..
   Yaklaşık 48 saatlik bir uykusuzluktan sonra, 10 Mart çarşamba günü sabahı DGM'de idik yine.. Herkes birbiriyle şakalaşmaya bile başlamıştı. Aman yarabbim, iki günde "kaşar" olmuştuk bile !.. Karakoldaki amir ve memurların hepsi "beraat edersiniz" dolduruşuyla bu hale getirmişlerdi herkesi.. Beklenen karar akşamüstü saatlerinde okunmaya başladığında, uykulu halim birden dağıldı ..Aralarında bize göre "azılı" olarak nitelendirilebilecek birçok kişi tutuksuz olarak yargılanmak üzere bırakılırken, biz, cezaevine gönderilen 83 kişi arasına girmiştik !.. Kız Lisesi öğrencilerinin bağırışları ve destek sloganları artık bir şey ifade etmiyordu !.. Şaka maka hapsediliyorduk !.. Tam bir şok !..
   Buca Cezaevine girmeden hemen önce, Göztepe'den tanıdığım polis Erkan'ın elime tutuşturduğu dört paket Samsun unutulmaz.. Orada kaldığımız 14-15 numaralı "siyasi koğuşlar" unutulmaz.. Avluda atılan voltalar, saçlarımızın sıfır derece kesilmesi unutulmaz.. Üzerine sadece iki adet nohut durabilen tahta kaşıklarla yemek yemeye çalışmak unutulmaz.. Beş altı gün tutup sonra da bir gece salıverdiler.. Suçsuzluğumuza inanmışlardı sonunda..
   Gece saat 10 gibi çıktığımızda ilk durak Ahmet Cücen'in Göztepeliler Lokali idi,  ikinci durak ise İskele Gazinosu..Eh, bunca serüven ayık kafayla noktalanamazdı herhalde !..  

   
   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder