29 Ekim 2012 Pazartesi

CUMBADAN RUMBAYA !...

       

   Kordonboyu'ndaki iki katlı, cumbalı evlerin sonuncularını görebilecek kadar erken geldim dünyaya !.. "Cumbadan Rumbaya" adlı Yeşilçam filmini de seyrettim. Peyami Safa'nın aynı adlı kitabından aktarılan filmde İzmirli Çolpan İlhan ve melankolik bakışlı Efkan Efekan oynuyordu.. Çolpan İlhan gibi, sonradan ünlü olacak ne çok kişiyi ihraç etmiştir bu şehir.. Ne de olsa benim şehrim, aslında  bir ticaret şehridir. Burada her şey gelişe ve gidişe göre uyarlanır !.. Her şey İzmir'e gelir, İzmir'den geçer ve gider.. Bu yüzden her şey ya ihraç edilir ya da ithal edilir. Bunların arasına insan da girer, sanatçı da.. Örneğin tiyatro sanatçısı yetiştirir ama kendisi çalıştıramaz, İstanbul'a, Ankara'ya kaptırır, bir süre sonra da aynı oyuncuyu, ithal etmiş olduğu şehrin tiyatro grubu içinde seyredip alkışlar !.. Ayrıca, 1950'li yılların sonunda büyük bir hevesle başlanıp bir türlü bitirilemeyen, otuz yıl orada bir utanç abidesi olarak durduktan sonra 1980'lerin sonunda yıkılıp yerini parka bırakan "Opera" binası gibi başka ayıplarımız da vardır !..
 


   Konak-Güzelyalı arasındaki, arnavut kaldırımı taşlarını bile hatırladığım  Midhatpaşa Caddesi üzerinde, sağlı sollu yer alan cumbalı evleri de gördüm.. Karataş'ta Kız Lisesi karşılarına denk gelen "Rıza Bey Aile Evi"ni bile hatırlıyorum.. Bu aile evlerinin ilk sahiplerinin yoksul Yahudiler olduğunu ve asıl adlarının "kortejo" olduğunu ise yeni öğrendim sayılır. Karataş dışında Tepecik, İkiçeşmelik, Keçeciler, Tilkilik ya da Dönertaş gibi semtlere yayılmış iki yüzden fazla aile evi.. Eskiden bunlara "Yahudihane" derlermiş.. Geçmişleri, 15. yüzyılda İspanya'dan göçen Sefaradların İzmir'e yerleştirilmelerine  kadar uzanıyor..
 
   Rahmetli ablamla eniştemin, bugün yerinde Park Apartmanı olan, yalılarından denize girdiğimi de hatırlıyorum ; deniz artık çok temiz olmasa da.. Sonra da bu güzelim körfezin nasıl böylesine katledildiğini hüsranla düşünüyorum..
   1945-50 yıllarının İzmir'inde evlerden büyük çoğunluğunun atıkları, açılan foseptiklere gitmekteydi. Genellikle, evler inşa edilirken açılan kireç söndürme çukurları sonradan foseptik çukuruna dönüştürülmüştü.. Sonra da bu çukurların üstü beton kapakla örtülüyordu. Bu dönemde atık suların, çukurun içinden, zamanla toprağa geçmesi, nüfus yoğunluğunun fazla olmaması ve sanayinin de çok gelişmemiş olması nedeniyle ciddi bir sorun oluşturmuyordu..
   Buna karşılık sahildeki evler, borularla, atıklarını denize akıtıyordu...
   İzmir için 1926 yılında Hoizler şirketi tarafından bir kanal projesi hazırlanmıştı. Bu projeye göre lağım suları, Kadifekale semtinden başlayarak, iki kola ayrılıp biri Güzelyalı, diğeri Alsancak'ta toplanarak buralarda kurulacak tesislerde gerekli işlemlerden geçirilerek denize verilecekti. Bu plana uygun olarak kentin kanalizasyonu döşenmeye başlamış ancak suların denize verilmeden önce biriktirileceği tesisler, 1950'lere gelindiğinde henüz yapılmamış olduğundan lağım suları doğrudan denize verilmiş ve bu durum, Körfez'deki kirlenmenin de başlangıcı olmuştur.. Diğer yandan, proje kapsamındaki kanalizasyon şebekesinde, İzmir'de belirli aylardaki yağmur yoğunluğu dikkate alınmamıştır. Bu da, şiddetli yağmurlarda, aşağı semtlerde devamlı su baskınlarına neden olmuştur. 1960'ların ortalarından itibaren başlayan sahil kesimindeki bitişik nizam apartmanlaşma, caddenin de asfaltlanmasıyla, bu sorunları had safhaya getirmiştir..

   Bodrum Lokantası'nı hatırlıyorum.. Os-Ka Pasajı'nın Beyler Sokağı tarafından çıkar çıkmaz karşınızda görebileceğiniz ve benim yetiştiğim son yıllarında meyhane olan Bodrum.. Kolejden mezun olduğumuz yıl, dört-beş sınıf arkadaşı orada bir gece votka-limon ile kafa çekmiştik..
   Şükran Lokantası,, Ekmekçibaşı Lokantası.. Veysel Çıkmazı'nda ( artık çıkıyor ! ) yer alan meyhaneler.. Buradaki Denizlinin Meyhanesi, "Ramazanda Meyhanemiz Nöbetçidir" yazısıyla Türkiye'nin gündemine oturmuş !.  "Çıkmaz"daki diğer bazı meyhaneler ; Enişte, Tek Nal..
 


   Başka unutamadığım bir anı da, 1968 yazında, Hisar Camisi taraflarında iken gökten yağan yanık kağıt parçaları !.. Meşhur Hükumet Konağı yangını.. Adliye'deki bazı dosyaların "ortadan kaybolması" için kasten çıkarıldığı söylenmişti o zamanlar !..
 
   Konu konuyu açıyor.. Önemli olan, okuyucuyu fazla sıkmadan bırakmak !.. Bu günlük de bu kadar..
 
   Güzel bir Necati Cumalı şiiri ile veda zamanı .. Esen kalın..

İTHAF 


Küçüğüm, sen şimdi onsekizindesin 
Güzelliğin gün günden dillere destan 
Hatıramda herbiri seninle canlanan 
İzmir'in günlerinde gecelerindesin 

Sönmüş yanardağlar, kaleler eteğinde 
Yüzyıllardır uyuyan şu bizim İzmir 
O âşık kadınları, levent erkekleri nerde? 
Sahiden yaşayıp göçtüler mi kimbilir? 

Balkonlara, yalılara dalar düşünürüm 
O günler uzaklaşan yelkenlerin peşi sıra 
Akan bulutlar gibi geçmiş: ne iz, ne hâtıra! 
Sır şimdi bunca güzel hayat, güzel ölüm! 

Sır şimdi gözyaşları, saadet dilekleri 
Bize gelen yüzyılların hikâyesi sır 
Eski İzmir diye ne varsa şunun bunun bildiği 
Yaşlıların kırık dökük anlattığıdır 

Aşkı şehirler yaratır, şehirler yaşatır 
Ben gönlümce yaşadım, gönlümce sevdim 
Bilirim saadetim, yalnızlığım bundandır 
Seni bulduğum, kaybettiğim günden bilirim. 

Aşklarının tarihi bir şehrin tarihidir diyorum 
Gün gelir aşklariyle anılır şehirler anılırsa 
Niyetim sevdalı sözler etmek de olmasa 
İzmir için ne yazarsam sana adıyorum! 

NECATI  CUMALI
 







25 Ekim 2012 Perşembe

ANILAR ÜZERİNE...

   Geçen gün notlarımı karıştırırken, rahmetli İlhan Selçuk'un beni çok etkileyen bir yazısını buldum ve sizlerle paylaşmak istedim..


   "Yaş kütüğü zamanla suyunu yitirir ; kibrit çaksan tutuşacak kadar kurulaşır ; geçmişin alevlerinde ısınmak isteği de yürekte doğar ; acı anıların burukluğunu yitirip tatlandığı bir dönem başlar. Anıların tuzağı insanı içine doğru çeker..
  Geçmişin nasıl da güzelleşiverdiğine şaşırırsın !.. Eski evler, eski meyhaneler, eski sokaklar, eski giysiler, eski kentler, eski insanlar, eski dostluklar, eski kadınlar kuytuluklarından çıkarlar, gölgelik köşelerinden sıyrılıp sıralı sırasız gündeme girerler ; geçmişe doğru derinleşen kör kuyunun çıkrığı döndükçe anıları güncele taşır..
  Bir zamanlar sokakta kartopu oynayan çocuk, artık kıştan ürker..
  Güz, hüzünle özdeştir..
  Bahar sarhoşluğunun kemiklere vuran ağrısı bir yürek sızısıdır..
  Anılar dost mudur ?..
  Düşman mı ?..
  Üç gün önce ağzını kavuran biberin acısı, bugün damağını yakmaz..
  Soğan keserken gözlerin yaşlanır, ama bu olayı anarken gözyaşı dökmezsin..
  Yıllar önce yüreğini dağlayan aşkın yarası, artık apandisit ameliyatının tendeki izine dönüşmüştür..
  ANILARIN TUZAĞINA SAKIN DÜŞME !..
  YAŞAMDAN SOYUTLANMA !..
  Anılarını şişire şişire balonlaştırma, sonra bu balona tutunup gökyüzüne yükselerek yeniden çocuklaşma !..
  Anı nedir ?.. Yaşanan olaydan bellekte kalan iz.. Eski deyişle : Hatıra.. Kimi insan genç yaşta gözünü kapatır, 'hatıra defteri' kefen bezi gibi bembeyazdır.. Kimi insanın ömrü uzundur.. Yaşamı kısadır.. Kimi insan bu dünya için yaşamaz.. Kendini öteki dünyaya adar.. Hayatını bağnazlığın kalıbına sıcak bir kurşun gibi döküp kalıplaştırır..
  Peki,yaşanan olayın bellekte bıraktığı iz, zaman içinde değişmiyor mu ?.. Anı ile gerçek arasındaki uzaklık zamanla öylesine büyüyor ki, geçmiş yaşamını dile getirenlerin ister istemez gerçeklikten koptuklarını da hesaba katmak gerekir.."

  Büyük usta ne güzel ve ne kadar doğru yazmış değil mi ?.. Bunun üzerine herhangi bir şey yazmak onun ruhuna saygısızlık olmaz mı ?.. Ben de o yüzden, beni gençliğimdeki o güzel anılara ve anlara geri götüren, hiç unutamadığım bazı parçaları, benim "Top 10"imi, burada paylaşmak istiyorum izninizle... Sıralamanın hiç önemi yoktur..



 


1.  http://www.youtube.com/watch?v=ueJisPpkzpY

2. http://www.youtube.com/watch?v=SUMcA--ejOc&feature=related

3.http://www.youtube.com/watch?v=fpgPamdILrw&feature=related

4. http://www.youtube.com/watch?v=cmq7sxpENRM

5. http://www.youtube.com/watch?v=9r2pEdc1_lI

6. http://www.youtube.com/watch?v=fKFEjZ98Q4s

7. http://www.youtube.com/watch?v=DPL_SV3n7IU

8.  http://www.youtube.com/watch?v=FyF-NqIuT0I

9. http://www.youtube.com/watch?v=T5emcbg_wZk

10. http://www.youtube.com/watch?v=izGwDsrQ1eQ

ESEN KALIN ...


23 Ekim 2012 Salı

İZMİR'İN YOLLARINDA ...

   İzmir'de "yukarı" semtlerin yol sorununu çözmek için yapılan çalışmaların ilki, Eşrefpaşa-Ballıkuyu yolunun açılmasıdır. Belediye Başkanı Rauf Onursal tarafından, 19 Ağustos 1951 günü gerçekleştirilen bu açılışla, yukarı mahallelerde oturan en az üç bin aile, dakikalarca yol yürümekten kurtulmuştur..
   Konak'ı Eşrefpaşa, yukarı mahalleler ve yeni açılan Mısırlı Caddesi'ne ( Hatay/İnönü ) bağlayan varyant yolun yapılması da 1950 yılında karara bağlanmıştır.. Müteahhitliğini Niyazi Ersoy'un üstlendiği bu yol, on iki metre genişliğinde, yer yer viyadük köprüler üzerinde yer almıştır. İki aşamada tamamlanan yolun yapımına 1 Aralık 1950'de başlanmıştır. Yapımı aşamasında "Vali Rahmi Bey", sonradan da "Birleşmiş Milletler Caddesi" olarak adlandırılmıştır. Yolun Konak'tan Halil Rıfat Paşa'ya kadar olan birinci bölümü 25 Mart 1952'de trafiğe açılmıştır. Yaya kaldırımıyla birlikte on üç metre genişliğindeki yol, % 7'lik bir eğime sahiptir..
   Bu yolun bir başka özelliği de, mozaik parke döşenen ilk yol olmasıdır. İkinci bölümü 1953 yılında tamamlanabilen yol 1030 metre uzunluğundadır ve o dönemde sadece yukarı mahallelerden Konak'a iniş yolu olarak kullanılmaktadır. Çıkış da İkiçeşmelik'in dar yokuşundan yapılmaktadır.
   Dönemin İzmirli taksi şoförlerinden Ahmet Gürbüz, İstanbullu şoförlerin bile, "Bu yolda ne var, İzmir'deki İkiçeşmelik yokuşunu bir görmelisin.." diye konuştuklarını anlatır..
   1950'lerin ortalarında Hatay Caddesi Üçkuyular'a kadar uzatılır, İkiçeşmelik yokuşu da bu arada genişletilir..
   Yine 1950'lerde, sahil kesiminde oturan halkın en çok yakındığı konulardan biri ; Midhatpaşa Caddesi üzerinde yapılan çalışmalardır. Tramvaylar kaldırıldığından dolayı şimdi sıra yollardaki tramvay raylarının sökülmesine gelmiştir. Güzelyalı-Konak arasındaki raylar, sökülmeden önce, 6.065 metredir. Bir yandan raylar sökülürken diğer yandan yollar onarılmakta, aynı anda kanalizasyon çalışmaları devam etmektedir.. Fakat çalışmalar çok uzun sürmüştür.. Gazeteler bu çileli bekleyişin tepkisini, halkın sesi olarak, şöyle dillendirmişlerdir : Örneğin, 14 Mayıs ve 25 Mayıs 1954 tarihli Yeni Asır'da Haluk Cansın ; yolun Ankara Palas ile Kız Lisesi arasındaki bölümünde yalnızca on dört işçinin çalıştırılmasını, çoğu yerde üç beş işçinin yalnızca gündüz saatlerinde çalıştırılmasını eleştirmektedir. Bir örnek olarak, İstanbul Beyoğlu'ndaki İstiklal Caddesi yol onarım çalışmalarını göstermektedir. Çok sayıda işçi, gece gündüz demeden çalışarak, yolu on yedi günde bitirmişlerdir..
   Yavuz İsmet Anıl da, 10 Haziran 1954 tarihli Ege Ekspres gazetesinde şunları yazmıştır :
"Şimdi Konak'tan Kokaryalı'ya kadar uzanan cadde hummalı ( ! ) bir tamir faaliyetiyle delik deşik durumda. Parke taşları ve demir raylar yerlerinden kaldırılmış, kaldırımlar bozulmuş.. Velhasıl trafiğe engel olmak için, koskoca caddede hafriyat yapılmadık bir karış yer kalmamış. Belediye otobüsleri, taksiler, yük arabaları, otomobiller kendilerine yol bulabilmek endişesiyle şehrin dört bir tarafını fır dönüyor. Arabaların klakson ve düdük seslerinden geçilmez oldu.."
   İzmir'de tarfiğe kayıtlı otomobil sayısı 1950 yılında 950 iken ; 1954'de 2.129'a, 1960'da ise 4.145'e çıkar. Bu bahsettiğimiz yol çalışmalarının yapıldığı 1954 yılında ; trafiğe kayıtlı otomobil, otobüs ve kamyonların toplam sayısı, sadece 4.012'dir !.. Toplam araç bu kadarcıkken çıkan gürültüye bakın !.. Hem de sadece bir caddede.. Bugünün şartlarıyla akıl ve havsalanın alacağı gibi değil..
   Doğduğum yılda, 1953'de, İzmir trafiğine kayıtlı 2.088 otomobilin, markalarına göre dökümü ise şöyledir :
Austin : 81,  Buick : 73, Chevrolet : 232, Chyrsler : 19, Citroen : 20, Desoto : 101, Dodge : 132,
Ford : 213, Hillman : 84, Hudson : 11, Jeep : 187, Mercury : 55, Morris : 14, Nash : 10, Oldsmobile : 48, Packard : 21, Studebaker : 50, diğer markalar : 600, bilinmeyen : 11....
   Görüldüğü gibi büyük çoğunluğu ABD markaları.. DP iktidarından sonra gelişen ilişkilerin, Nato'ya girişin etkileri çok tabii ki..
   Eski taksi şoförü Ahmet Gürbüz ; çok sağlam olmasına rağmen sekiz silindirli olması nedeniyle çok yakan FORD için, "Al bir Ford. Ya bir Lord ol, ya da mort" dendiğini ; çok rahat olduğu, süspansiyonu güçlü CHEVROLET için,  "Al bir Şevrole, kullan güle güle" dendiğini ; az yakıt yakan OPEL için de, "Al bir Opel, doldur cebine papel.." teranesinin yakıştırıldığını anlatır..
   Güzelyalı-Konak hattında çalışan on yedi tramvayın yılda ortalama taşıdığı yolcu sayısı 9 binin biraz üzerindedir.
   Troleybüs seferleri ise, 20 Ağustos 1954 tarihinde başlar.. Avrupa'dan sipariş edilen ilk troleybüsler, Avrupa'da kasabalarda kullanılan ve 45 kişi oturma kapasiteli küçük tiplerden olmaları nedeniyle eleştirilmiş ; yetkililer ise Midhatpaşa Caddesi'nin bazı yerlerinin çok dar olması nedeniyle böyle yaptıklarını ifade etmişlerdir..
   Bu yollar, sonunda benim de yakıtımı bitirdi.. Esen kalınız..

 





















( HÜLYA GÖLGESİZ GEDİKLER'İN "1950'Lİ YILLARDA İZMİR" ADLI KİTABINDAN HIRSIZLIKLAR YAPTIM !.. ) 

   

20 Ekim 2012 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUMDA AİLE YAŞAMI...

   Osmanlı toplumunda son dönemlere kadar kalabalık ve ataerkil özellik taşıyan aile yapısı belirgindir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarındaki savaşlar nedeniyle, büyük ve kalabalık aileler kırsal kesimde varlığını sürdürürken ; büyük kentlerdeki geleneksel Osmanlı ailesi çözülmeye başlamış ve Cumhuriyet, bu aileleri çözülme ve dağılma sürecinde devralmıştır. Kırsal kesimdeki büyük ailelerin parçalanmaları ise 1950'lerde, tarıma kapitalist ilişkilerin girmesiyle yaşanmıştır..
   İlk "çekirdek aile" örnekleri bürokrat kesimde görülmüştür. Ama sanayileşmeye başlayan büyük şehirlerde akrabalık ilişkileri yine de devam etmiş ; uzak mesafelerde oturan aileler, belirli aralıklarla da olsa, bir araya gelmeyi sürdürmüşlerdir.. Bu dönemde akrabalık ilişkileri gibi, komşuluk ilişkileri de oldukça güçlüdür. Genellikle, evlerinin işlerini tamamlayan kadınlar, komşularıyla kapı önlerinde "eşik muhabbeti" yapmakta, aynı zamanda da sokakta oynayan çocuklarına göz kulak olmaktadırlar..
   1950'li ve 1960'lı yıllarda çocukların toplum ve aile içindeki durumları, bugüne kıyasla, oldukça farklıydı. Biraz katı da denebilecek belirli görgü ve saygı kurallarına uymaya yönelik bir eğitim anlayışıyla yetiştiriliyorduk... "Katı" derken, dayaktan bahsetmiyorum ; o dönemlerde kaşların çatılması bile yeterdi bizlere !.. Büyüklere saygı, küçüklere sevgi.. Okul andındaki gibi !.. Evin içinde aşırı serbest hareketler hoş karşılanmazdı genellikle..
   Güzelyalı Pazarına annemle gittiğimizde, eve dönerken, yaşlı bir teyzeyi iki büklüm filelerini taşırken gördüğümüzde ; annem benim elindekileri de yüklenir, "hadi şu teyzeye yardım et " derdi.. Ve ben de hiç gocunmadan, mırın kırın etmeden hatta seve seve bu işi üstlenirdim.. Bu gibi davranışlar o günlerde gayet normaldi.. Geçenlerde yaşlı bir teyzeye, o günlerdeki gibi, yardım etmek istediğimde ; gözlerini devirerek öyle bir "istemem" dedi ki şaşırdım kaldım. Kim bilir kaç kapkaççıya kurban olmuştu ve korkuyordu gariban !..    
   Çocukluğumda, "katı" kuralların yanı sıra, çok önemli avantajlara da sahiptik.En önemlisi ÖZGÜRDÜK !.. Geçen yazımda çocukluk yıllarımdaki araç sayılarını paylaşmıştım sizlerle ; sokaklarda adeta trafik yoktu, araçlar bugünkü gibi vızır vızır geçmiyordu.. Sokaklar bizlere, özgür çocuklara aitti !.. Hem de gece saat 11'lere, 12'lere kadar..
   Çocukluğumda bugünkü gibi, örneğin "Toys'R'us" tarzı, büyük oyuncak mağazaları yoktu. Doğru dürüst oyuncak bile yoktu !.. ABD malı bir uçak gemisi ve bir kovboy tabancası dışında aklımda kalan aman aman bir oyuncak yoktu.. O yıllar, "yaratıcılık" yıllarıydı. Herkes kendi kendine bir şeyler "icat" ederdi ve onlarla oynardık !..
   Yazlık sinema önlerinde makinistin kesip biçtiği filmlerden atılan parçalar örneğin.. Bunlar toplanır, loş bir odada, arkadan ışık vererek, küçük plastikten bir "projeksiyon" aletinin merceği önünden geçirerek karşı duvarda "sinema izlerdik" !..  Bu, Buca'da, evimizin bahçesindeki, kömürlük olarak kullanılan bir kulübede gerçekleşmiş ; ben de bu gösteriyi ikişer gazoz kapağına karşılık düzenlemiştim.. Yaşım 6 ya da 7...
   Neyse, dönelim yine aile konularına..
   1955 yılı 15 Nisan'ında, Yeni Asır Gazetesi, ilk ve ortaokul çocuklarına yönelik bir anket düzenlemiş.. Sorulan soru şu : "Anne ve babalarınızın nasıl olmalarını, nasıl olmamalarını, size neler yapmalarını, neler yapmamalarını isterdiniz ?.."
   Yaklaşık iki üç ay, 300-400 çocuğun verdiği yanıtlar gazetede yayımlanmış...
   Çocukların çoğu, ebeveynlerinin daha nazik olmalarını, en az haftada bir gün sinemaya gitmelerine ve arkadaşlarıyla gezmelerine izin vermelerini, çeşitli gereksinimlerinin karşılanmasını, kendilerini okutmalarını ve Pazar günleri ailece kır gezintisine gitmeyi istemişler..
   Bu yanıtların ortaya çıkardığı bir önemli gerçek de şuymuş : Çocukların giysi, oyuncak, saat gibi maddi isteklerinin yeterince karşılanıyor olması..
   İsteklerin ne kadar mütevazı olduğu da dikkatinizi çekmiştir herhalde..
   Bugünkü çocuklar ise ; bilgisayar başından kalkmayan, sevgilileriyle internette "buluşan", oyunlarını sokakta değil, Play Station'da oynayan, yalnızlığın güven verici ıssızlığını keşfeden, dokunmadan yaşamanın tadını çıkaran "X" kuşağından .. Ya da  "ne olduğu belirsiz nesil"  veya  "ölü kuşak".. Annelerinin, "göğüsleri sarkar" diye emzirmedikleri "biberon kuşağı" !.. En belirleyici özellikleri ise ; yalnızlıkları...
   Ama benim de dahil olduğum "sandviç kuşağı" ; bugünkü çocuklara kıyasla epey teknik yokluklar içinde geçen ama çok daha mutlu bir çocukluk yaşamıştır kesinlikle.. Yaşıtlarımın çoğunun da buna katılacağına adım gibi eminim..


                        

17 Ekim 2012 Çarşamba

1970'Lİ YILLAR..


Ne günlerdi ama o günler.. Sıkı bir okuldan, iyi bir eğitimle mezun olmuş, hiç ara vermeden EÜ Fen Fakültesi Fizik-Kimya bölümüne girmiştim.. 1970-1971 yılları.. Daha okulun ilk günü "kantine, kantine" bağırış çığırışları arasında, şimdiki Bornova metro son durağı karşısındaki bahçede bulunan, yarım daire şeklindeki sactan yapılmış öğrenci kantinine sürüklendik !.. Tarihleri karıştırıyor olabilirim ama bizden istenen şey şuydu ; Ankara yolu üzerinde lastik yakılacaktı, ABD'yi protesto amaçlı.. Henüz kolejin havasını üzerimizden atamamışız, ceket-pantolon "tertemiz" çocuk havasında ve hevesle gelmişiz, olaya bak !.. Demek ki üniversite böyle bir yerdi.. Öğleden sonra da boykot kararı alındı !..
   Nazım Hikmet'e ait ilk kitabımı,"Seçmeler"i de birinci sınıfta, işte bu sıralarda okumuştum.. Benim sınıftan, Afyonlu, yurtta kalan bir kız, bir gün elime sıkıştırıverdi bu kitabı.. "Yurtlarda arama-tarama varmış bu akşam..Sende kalsın" diyerek verdiği ve hala bende olan bu kitap sayesinde başladı Nazım sevdası.. 1970 yılı 2.baskı, Ararat Yayınevi'ne ait bu kitabın ilk şiirinin adı "Yol Türküsü" idi :

"Sabah buradaysak akşam ordayız.
Günlerin peşinde bir hovardayız.
Bazı mısra gibi dudaklardayız
Bazı "kimsin" diye soran bulunmaz.

Hey anam hey ! Yolcu yolunda gerek.
Bazı altımızda taş toprak döşek,
Bazı örtünecek yorgan bulunmaz !"

   Daha önce hiç doğru dürüst şiir okumamıştım, genelde düz yazıyı tercih ederdim ama şimdi, okuduğum bu şiirle ve lisede edebiyat derslerindeki "mefailü.." lerden sonra, adeta çarpılmıştım !.. Bu şiirin, yani "Yol Türküsü"nün ardından gelen "Açların Göz Bebekler", "Makinalaşmak" , "Güneşi İçenlerin Türküsü" gibi şiirlerle başucu kitabım olmuştu bu kitap... Adını bile unuttuğum kızın emanetini halen saklıyorum, aldığım günkü gibi..
   İki yıl kadar dayanabildim fakültede,daha fazla değil.. Fizik dersine giren İsmet Bey sayesinde. Derslere bisikletle gelip giden bu hoca, üst üste girdiğim üç sınavda 49 vererek, beni soğuttu.. Sık sık boykot olayları da öğrenciyi okumaktan soğutan başka bir etkendi.. Kolejden en sevdiğim arkadaşlar da, ben EÜ'ne girerken, İTBF'ye girmişlerdi ve güzel bir grupları vardı. Bir ayağım artık Alsancak'ta idi..
   Tekrar sınava girip, bu defa İTBF' ye başladım, Pazarlama bölümü.. Yıl da bu arada 1974 olmuştu.. Boykot olayları burada da aynen devam ediyordu.. Aslında sinir bozucu bir şeydi..Tam çalışmışsın, hazır bir durumda    okula gelmişsin, bir bakıyorsun boykot !..
   Bir sabah, troleybüsten okulun önünde inip binaya doğru yürürken bir gariplik olduğunu anladım. Binanın camlı giriş kapısının ardında ve kapı önünde hiç öğrenci yok !.. Birkaç kişi görülüyor ama hiç de okulun standart öğrencilerine benzemiyorlar.. Kapıyı açıp güler yüzle beni içeri buyur ettiler, birisi "acele edin sınav birazdan başlıyor" dedi, neredeyse koluma girip içeri sokacaklarken bir de etrafı kollayayım dedim ve İzmir sineması önündeki parkalı kalabalığı gördüm.. Bütün çocuklar orada !.. "Bir arkadaşı gördüm, onu da getireyim" diyerek sivil polisin elinden sıyrılıp karşıya geçtim..
   Üç dört ay süren boykotlar gerçekten de okumaktan soğutuyordu.. Kahveler, kafeler, parklar öğrenci kaynıyordu. Bu boşluk sırasında, Kız Lisesi son sınıftan bir kız ile tanıştım ve "kendi çapımızda" bir aşk yaşamaya başladık !..  Rastlantıya bakın ki, bir yıl sonra EÜ'yü kazandı ve bu defa da Bornova'ya gidip gelmeye başladım !..
   Olaylar iyice tırmanmakla meşguldü.. Geceleri silah sesleri duyarak uyumaya alışmıştık.. Öğrenci olayları, solcu veya sağcı ölümleri haberleri, her geçen gün,  gazetelerin daha iç sayfalarına taşınmaya başlamıştı. Hiç unutmuyorum, kız arkadaşımın sınıfından, benim de tanıdığım bir öğrenci İzmir'de, Hatay Nokta durağında, kendisine çelme takan Hatay Ülkü Ocakları üyesi bir gence diklenince kalbinden şişle vurulmuştu. Yarasından hiç kan akmamış, oraya yakın bir yerdeki evine- hem de çatı katı- kadar merdivenlerden çıkıp, kapıyı açan babasının ayaklarının dibine düşüp can vermişti.. Sanki lanetli bir aileydi ; oğlan kardeşi sonradan evden kaçmış, babaya üzüntüden felç inmişti.. Evde çıkan bir yangında o da hayatını kaybetmişti..      
   Kısacası "kayıp" ama yine de her şeye rağmen güzel yıllardı..
   Yaşamımda hiç unutmayacağım günlerden biri de 8 Mart 1976 pazartesi günüdür.. O gün tanışmamızın birinci yıl dönümüydü sevgilimle ve öğleyin onunla Konak'ta buluşacaktık.. Pazar günü İkiçeşmelik semtinde Hüseyin Adıgüzel adında solcu bir işçi genç vurulup ölmüştü ve cenazesi Devlet Hastanesi morgundaydı. Sabahtan okula gittiğimde her zamankinden değişik bir atmosfer vardı.. Ege Üniversitesinden bir öğrenci grubunun cenazeyi almak üzere hastane önüne gelecekleri, sol camiada "fıstıkçı" diye adlandırılan fakültemiz öğrencilerinin, Konak'a daha yakın olmamızın avantajını kullanarak, cenazeyi almasına karar verilmişti !.. Ezik durumdan sıyrılmak için öğrenci birliğinin verdiği bu kararı uygulamak ve "Konak'ta toplanıyoruz" sloganına uymak gerekiyordu.. Ben düşünce olarak sempati duyduğum görüşe hiç militan olarak hizmet vermedim.. Ne yalan söyleyeyim, arkadaşımla buluşacağım saate kadar  zaman geçirmek amacıyla gruba takıldım.. Aramızda benim gibi olan dört-beş kişiydik.. Vardığımızda zaten hastane önü ana baba gününe dönmüştü bile ve biz de en geride, şimdiki katlı otoparkın olduğu yerde beklemeye başladık.. Bir yandan da gevrek kemiriyorduk !..
   Bir ara arkaya baktığımda, iki sıra "fruko"nun ( Bilmeyenler için : O dönemin Toplum Polisi ) tam önünde olduğumuzu gördüm ama aldırmadım. Sonra ön taraflardan sloganlar atılmaya başlandı, polise küfürler edildi.. Birden, iyiden iyiye bir çember içine alındığımızı fark ettik ama geç kalmıştık !.. Olaylar aniden patlak verdi.. Silahlar patladı ; bağırışlar, koşuşmalar, sloganlar gırla gidiyordu.. Bornova grubu gelmişti !.. Tiz bir düdük sesi duyuldu ve aynı anda iki polisin kollarıma girmesiyle ayaklarımın yerden kesilmesi bir oldu !.. Parkam, uzun saçlarım ve "Che" sakallarım sayesinde azılı bir terörist yakalanmıştı işte !.. Toplum polisi otobüsü önünde tekme tokat içeri buyur ettiler. Daha ön kapı basamaklarını çıkar çıkmaz şakağıma yediğim bir yumrukla savruldum koltuklardan birine. Canımı acıtan yumruk değil, kare şeklinde altından koca bir şövalye yüzüğüydü ve bir muşta görevi görmüştü.."Gel bakalım kızıl papaz" lafı ise, vururken doğrudan bana söylenmişti !..
   Beş dakika içinde otobüs doluverdi.. Bir tane bile tanıdık yoktu !.. Tanıdık aşağıda, endişeyle bana ve kanlı şakağıma bakıyordu.. "Kıl Ahmet".. Ahmet Burak..O, yırtmıştı.. Elimle telefon işareti yaparak bizimkileri aramasını söyledim..
   Götürüldüğümüz Kantar Karakolunda polisin neden o kadar sert davrandığı da belli oldu : Bornova grubu iki polisi tabancayla yaralamıştı.. Kemeraltı Çarşısı, büyük bir kaçıp kovalamacaya sahne olmuştu ve bu arada tipleri, benim gibi , solcu imajına sahip olanlar da yakalanıp getirilmişlerdi.. Ablamın Güzelyalı Park apartmanından bir komşusunun oğlu, otomobil satın almak için taşıdığı para dolu çantayla ve takım elbiseli, kravatlı haliyle notere giderken tutuklanmıştı örneğin.. Düzenli bir ince sakal bile yetmişti tutuklanması için ilkel beyinli polislere..
   Bizim grup, Kantar Karakolu'na ilk gelen gruptu.. Sonra, ardı ardına tutuklu akını başladı.. En sonra getirilen grubun ise eli yüzü dağılmış durumdaydı.. Polislerin yaralanmasından onları sorumlu tuttukları belliydi. Çoğunlukla "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" ya da "iti ite kırdırma" politikasını uygulayan polis, kendi canı yanınca birden delirmişti.. Bir ara, içlerinden ikisi zaten dağılmış durumdaki bir genci kollarından tutarken, üçüncü polis eline muşta gibi geçirdiği miğferiyle gencin hayalarına bir yumruk savurdu !.. Hayretle sahneyi izleyen biz tutuklular, aynı anda bir "ıh" sesi çıkardık.. Sanki aynı anda hepimize birden vurulmuştu.. Mesaj alınmıştı.. Konuşmalar, sızlanmalar, diklenmeler bıçak gibi kesildi !..

   Saat 14:00 civarında avukat olan ağabeyim geldi Kantar'a, bana moral verici bir göz kırpıp komiserin yanına girdi.. Daha sonra da yanıma geldi ; bu defa gülmüyordu, "mahkemeye çıkarılacaksınız" dedi düşünceli bir şekilde.. O an bana söylemediği bir şeyler olduğunu anladım ve aynı anda da korkunç bir açlık hissettim..
   Saat 16:00 gibi tekrar otobüslere bindirilerek Karataş'a, şimdi Polis Evi olan binadaki, DGM Mahkemesine götürüldük !.. Yahu ne oluyor, neden DGM'deyiz filan derken birer birer ifadelerimiz alındı. Deniz manzaralı bir salondu ve akşam güneşi bizim umutlarımızla birlikte batıyordu.. Yaklaşık 150-200 kişi olduğu için ertesi güne kaldı mahkeme.. Bazen düşünüyorum da, bugünlere denk gelse resmen yanarmışız !..
   Dışarı çıkıp otobüslere binerken, tam karşıdaki Kız Lisesi yatılı öğrencileri bize tezahürat yaptılar.. İşte o anda herkesin kendini bir "devrimci" olarak hissettiğine adım gibi eminim !..
   Sonra "dağıtım" başladı.. Bizleri üçer-beşer karakollara bırakmaya başladılar. Benim de içinde bulunduğum grubun kısmetine Alsancak Karakolu nezarethanesi düştü.. Hiçbir kötü davranış görmedik.. Saat 19-20:00 civarında pide-ayran ikram edildi.. Gece yarısını geçtiğinde ise, pavyon, meyhane ve gece kulüplerinden fuhuş yaptığı için getirilen kadınlar, kavga eden sarhoşlar filan düşmeye başladı.. Biz "siyasi" olduğumuz ( ! ) için herkes saygı gösteriyordu.. O dönemin solcu liderleri gerçekten halkını seven, idealist kişilerdi ve büyük sempati toplamışlardı. Üç suçsuz ve bir tek cinayete karışmamış gencin idamından sonra bu sempati daha da pekişmişti..
   İki yıldır çektiğim bel rahatsızlığı nedeniyle sabaha kadar uyuyamadım. Mart ayının nemli serinliği parkayı da adeta delerek ağrılarımı iyice azdırmıştı..
   Sabah, tekrar Karataş'ın yolunu tuttuk.. Yine bitmedi sorgulamalar  ve ikinci gece kalacağımız yer de belli oldu : Tepecik Karakolu !..  Koca binada başka nezarethane olacak yer yokmuş gibi, tam merdiven altına yapılan bir nezarethane !.. Ayakta en fazla üç dört kişinin durabileceği bir yere, tam sekiz kişi doldurulduk.. Bizim grupta olanlardan biri dün geceyi Fuar Hilton'da geçirdiğini anlattı, yani bir polis minibüsünde, Fuar'ın içinde devamlı tur atarak ve polislerden dayak yiyerek !.. "Beterin beteri vardır" sözü boşuna söylenmemiş !..
   Gece geç saatlerde getirilen birkaç Roman vatandaş, nezarethanede yer olmadığından polislerin odasında çay içerken, bizler idrar kokan bir yerde ayakta uyumaya çalışmak zorundaydık. Yere çömelme olanağı bile yoktu.. Bir gece öncesinden de uykusuz olduğumdan, düşme korkusu taşımadan, ayakta uyudum resmen !.. Daha doğrusu, sızdım..
   Yaklaşık 48 saatlik bir uykusuzluktan sonra, 10 Mart çarşamba günü sabahı DGM'de idik yine.. Herkes birbiriyle şakalaşmaya bile başlamıştı. Aman yarabbim, iki günde "kaşar" olmuştuk bile !.. Karakoldaki amir ve memurların hepsi "beraat edersiniz" dolduruşuyla bu hale getirmişlerdi herkesi.. Beklenen karar akşamüstü saatlerinde okunmaya başladığında, uykulu halim birden dağıldı ..Aralarında bize göre "azılı" olarak nitelendirilebilecek birçok kişi tutuksuz olarak yargılanmak üzere bırakılırken, biz, cezaevine gönderilen 83 kişi arasına girmiştik !.. Kız Lisesi öğrencilerinin bağırışları ve destek sloganları artık bir şey ifade etmiyordu !.. Şaka maka hapsediliyorduk !.. Tam bir şok !..
   Buca Cezaevine girmeden hemen önce, Göztepe'den tanıdığım polis Erkan'ın elime tutuşturduğu dört paket Samsun unutulmaz.. Orada kaldığımız 14-15 numaralı "siyasi koğuşlar" unutulmaz.. Avluda atılan voltalar, saçlarımızın sıfır derece kesilmesi unutulmaz.. Üzerine sadece iki adet nohut durabilen tahta kaşıklarla yemek yemeye çalışmak unutulmaz.. Beş altı gün tutup sonra da bir gece salıverdiler.. Suçsuzluğumuza inanmışlardı sonunda..
   Gece saat 10 gibi çıktığımızda ilk durak Ahmet Cücen'in Göztepeliler Lokali idi,  ikinci durak ise İskele Gazinosu..Eh, bunca serüven ayık kafayla noktalanamazdı herhalde !..  

   
   

15 Ekim 2012 Pazartesi

İZMİR'DE GÖÇLER VE GEÇ KALAN DUYGULAR !..

   Türkiye Yahudileri, Cumhuriyet'in kurulmasından sonra belirli dönemlerde Filistin'e göç etmişlerdir. 1930'lu yıllarda, gerek Trakya olayları, gerekse "Türkçe Konuş" kampanyası sonucunda bu göç hareketi hızlanmıştır. Musevi nüfusun hızla azalması, önemli sayıda Musevi nüfus barındıran İzmir'de daha iyi gözlemlenmiştir.
   Şehirde 1927 yılında 18.157 Musevi yaşarken bu sayı 1945'de 15.784'e inmiştir. 1948 yılında İsrail Devleti kurulunca, akabinde yaşanan İsrail-Arap Savaşı'ndan sonra Türkiye'den 4.000 Musevi daha İsrail'e göç edince, Türk yetkili makamları kitlesel göçü hoş karşılamayıp yasaklamışlardır. Bir süre sonra da bu yasağı yumuşatmış, İsrail dışında bir ülke olmak şartıyla serbest bırakmışlardır. Musevi vatandaşların bir bölümü Fransa ve İtalya üzerinden de olsa İsrail'e yine de göç etmişler ve bir yandan da göç yasağına karşı protestolarını sürdürmüşlerdir. Bunun sonucunda, Şemsettin Günaltay Kabinesi 1949 yılında yasağı kaldırınca Yahudilerin serbestçe göç etmesi olanağı doğmuştur. Türk denizcilik şirketleri, İstanbul ve İzmir'den Hayfa'ya vapur çalıştırmaya başlamışlardır. Böylece Yahudilerin büyük bir bölümü ilk dört yıl içinde göç etmişlerdir.
   Yirminci yüzyılın başlarında Türkiye'de yaklaşık 200 bin Yahudi yaşarken, 1950 yılına gelindiğinde bu sayı 40 binlere kadar düşmüştür. Her ne kadar Türkiye'deki siyasal koşullar 1950'lere doğru Yahudiler için giderek düzelmiş olsa da, özellikle İkinci Dünya Savaşı sıralarında uygulanan Varlık Vergisi bu kitlesel göçün en büyük nedenlerinden birisidir..
  Henri Nahum'un Shaw'dan aktardığı istatistiksel verilerde ; İzmir il genelindeki Yahudi nüfus 1955'de 5.383, 1960 yılında 5.067'dir.
   İşte bu sayı içinde yer alanlardan biri de benim Türk Koleji ve mahalleden arkadaşım, okul numarası 68 olan Haim Nahmias idi.. Türk Koleji anılarımda bahsettiğim, Tarım dersinde Yavuz Koçer hocadan o caydırıcı tokadı yiyen, esprili, yerinde duramayan arkadaşım.. Yaşıyorsa, Allah uzun ömür versin..
   Haim'ler, Faikbey durağında, 57 sokak köşesi ile Özlem apartmanı arasındaki tek katlı ve küçük bahçeli bir evde otururlardı. Açık mavi, Rambler marka station-wagon bir arabaları vardı. Babası ticaretle uğraşıyordu, yanılmıyorsam.. Biz de o yıllar 57 sokakta oturuyorduk. Güzelyalı'daki ilk ikametgahımız..
   1966 ya da 67 yılında, Haim'in "Bar Mitzvah" törenine davet edilmiştim bir gün.. Yahudi geleneğine göre, "Erkekliğe geçiş" töreniydi bu.. Tabii, sembolik bir törendi ; çünkü o dönemler müzik, futbol, sinema ve kitap merakları vardı.. Karşı cinse duyulan ilgi daha tomurcuklanma evresindeydi. Özetle "erkeklik" henüz ufukta görünmüyordu !..
   "Tomurcuklanma" dedim ya ; bir şeyler başlamıştı elbet.. Erkek arkadaşlarla kulaktan kulağa fısıldanarak anlatılan ve her aktarmada gelişip, değişerek birer şehir efsanesine dönen öyküler, olaylar.. Elden ele dolaşan resimler, dergiler.. Kaynağı belli olmayan, "Şermin'in Hatıra Defteri" vardı.. Elle yazılarak çoğaltılırdı !.. Yani 20. yüzyılın göbeğinde el yazması öykü dergisi ya da daha doğrusu, broşürü.. Kulaktan kulağa anlatılanlar gibi bu da, yazılırken her yazanın hayal gücüne bağlı olarak ekledikleriyle gelişip duran ilginç bir dokümandı !.. Benim son okuduğum bölümün adı, "Şermin Otobüste" idi !...
   Amerikan Kız Koleji'nin 76 sokak tarafında kalan, kolejle Miss Black'in tek katlı evi arasında kalan boş, etrafında ağaçlar olan küçük bir toprak saha vardı. Hafta sonları burada ardı ardına futbol maçları yapılırdı. Akşamları ise aşıkların dolandığı bir mekandı.. Bazen maç yapmaya gittiğimizde, kaçan topu alırken gözümüze çarpan küçük plastik "şey"leri gösterip gülerdik.. Sonra da bunun hangi "abi" tarafından kullanıldığı üzerine geyik muhabbetleri, tahminler...
   1966 yılında taşındığımız 89 sokakta, geceleri kızlarla erkeklerin karışık oynadıkları ve 10'lara, 11'lere kadar uzayan oyunlar.. Bir gece, bakkal Hamdi'nin dükkanının karşısındaki kabası bitmek üzere olan bir apartmanın kuytusunda burun buruna gelip de bir türlü öpmeye cesaret edemediğim, Türk Koleji'nden yaşıtım kısacık saçlı kız.. Uzun yıllar kendi kendime kızmıştım !.. Geçenlerde beni schoolfeed'den buldu iyi mi !.. Evet, "Aşk tesadüfleri sever", ama yalnızca filmlerde !..
   Bir iki yıl sonra, sadece bedensel değil, kafaca da gelişince ; ilgi alanının ilk sırasına karşı cins yerleşti !.. Akşam üstleri, Kız Koleji karşısında, 76 sokak köşesindeki bahçe duvarının üzerine Menemen testisi gibi sıralanıp A.C.I'nın kızlarını bal eylemeye kalktık ama çoğunlukla avucumuzu yaladık !.. Kızlar grup grup dağılıp gittikten sonra ; "sana baktı, beni kesti.." muhabbetleri ile idare ettik...
   Yahudi göçüyle dağılan zihnimizi, Bulgaristan'dan gelen göçmenlerle yani "macirler"le toparlayalım !..
   1950 yılının Aralık ayı sonunda, Dumlupınar vapuruyla İzmir'e ilk kafile geldi : 380 kişi.. 1950-51 yılında Bulgaristan'dan 1.336 aile gelmiştir. Bunların bir bölümü doğrudan İzmir'e yerleştirilirken, bazıları da trenlerle İzmir çevresine yerleştirilirler. Bu işlemler tamamlanıncaya kadar da Balçova ılıcalarının tesislerinde misafir edilmişlerdir. Başbakan Adnan Menderes de 5 Şubat 1951 günü bu misafirhaneyi ziyaret etmiştir..
   Göçmenlere yardım amacıyla Türkiye genelinde açılan derneğin bir şubesi de İzmir'de açılmıştır. 8 Nisan tarihi, "Göçmenler Günü" ilan edilerek ; İzmir'de çoğunluğunu kadınların oluşturduğu, öğretmenlerin de katıldığı ekipler, evleri dolaşıp yardım toplamışlardır. Demokrat İzmir gazetesinin 5 Nisan 1951 günü yazdığına göre, bir de eşya piyangosu düzenlenmiştir.
   Evet, sevgili İzmir severler.. Bugünlük de bu kadar.. Esen kalın..
 
   Şimdi sıra geldi foto galerimize.. İyi seyirler..
















          

13 Ekim 2012 Cumartesi

DOĞDUĞUM YILLARIN İZMİR'İ...

   Doğduğum, birlikte büyüdüğüm, eşsiz güzellikteki şehrim, İzmir'im...
   Ellili yılların başlarında senin bağrında açtım gözlerimi.. Şu anda ise ellili yıllarımın son durağındayım..
   Bakıyorum da okuduklarımdan aldığım notlara, senin nerelerden nerelere geldiğini görüyorum ve inan ki içim acıyor.. Bugünlere gelmeyi hak etmeyen bir şehirsin sen..
   1950 yılında kent içi yerleşim alanı, Üçkuyular'dan Karşıyaka Bostanlı'ya kadar 1.455 hektardır.. Bahçe, bostan, ağaçlık gibi yeşillik alanlar 817 hektar ; tepelik, kırlık ve bahçelik durumdaki doğal alan ise 2.428 hektarı bulmaktadır..
   Batıda Üçkuyular'dan doğuda Mersinli'ye kadar ulaşan kent içi yerleşiminin Aydın yönündeki sınırı, Yağhaneler'e henüz ulaşmıştır. Karşıyaka'daki yerleşim ise Bostanlı'ya kadar ulaşmaktadır. Karşıyaka da zaten daha ilçe bile değildir.. 4 Mart 1954 tarih, 6325 sayılı yasayla, 1 Haziran 1954'de ilçe olacaktır.. Bornova da, aynı yasayla, 1.Nisan.1958'den itibaren ilçe olmuştur..
   Doğduğum 15 Ağustos 1953 Pazar günü İzmir Valisi, göreve ikinci kez getirilen, Osman Sabri Adal ; Belediye Başkanı ise, İzmir'in ilk Demokrat Parti'li başkanı olan Rauf Onursal idi..
   1950 nüfus sayımına göre İzmir'in nüfusu 768.411 idi ve bu nüfusun % 71,84'ü İzmir doğumluydu.. 1960 nüfus sayımında bu oran % 65,66'ya düşmüştü bile !..
   Konak'tan batıya doğru uzanan kıyı şeridinde önce Karataş geliyordu. Çınar Atay'a göre, şimdiki Kız Lisesi'nin olduğu yere 1902 yılında düşen bir göktaşı nedeniyle bu adı almıştı.. 1865 yılında imara açılan bu eski semt aynı zamanda bazı "ilk"lere de sahiptir.. Bazılarını sayalım ; örneğin Duatepe İlkokulu İzmir'in ilk ilkokuludur.. 1914 yılında Padişah Vahdeddin'in izni ile açılan hastane, Türkiye'nin ilk özel hastanesidir ve aynı zamanda Türkiye'de, belden vurulan iğne ile ağrısız doğumun gerçekleştirildiği ilk hastanedir.. Kadın doğum kliniği de ilktir, dernek hastanesi de, 1907'de bir Musevi tarafından yaptırılan buharlı asansörü de, buzhanesi de, boyozu da..
   İmara açıldığında buraya, daha çok Agora ve İkiçeşmelik bölgesinde yaşayan Museviler yerleşmiştir. 1891 yılında Halil Rıfat Paşa Caddesi açılınca Karataş, daha da gelişmiştir. 1950'lerde ise varlıklı Yahudiler, Alsancak tarafına taşınmışlardır..
   Kız Lisesi karşılarında bulunan ve benim bile anımsadığım bir aile evi de vardı.. Aslında 1940'lı yıllarda, sadece burada değil ; Tepecik, İkiçeşmelik, Keçeciler ve Tilkilik gibi semtlerde de iki yüzden fazla aile evi varmış..
   1881 yılında genişletilerek açılan Karataş-Göztepe yoluna 1883 yılında tramvay da döşeniyor..
   1940'lı yıllarda, Mektupçu-Asansör arasındaki sahil kesiminde İzmir'in zenginleri oturmaktadır.. Ama o koca Midhat Paşa Caddesi üzerinde sadece iki apartman bulunmaktadır : Faikbey durağındaki Anadolu Apartmanı ve Köprü'deki Venüs Apartmanı.. Adından mıdır nedir, bu binanın kızları da "Venüs" gibiydi !.. 1950'li yılların genç delikanlıları o tek tük apartmanlarda oturan kızları "apart" diye anarlarmış !..
  Yine bu yılların Karantina'sı ikiye ayrılmaktadır ; Göztepe-Karataş arasını kapsayan 1. Karantina ile, Nokta-Hakimevleri arasını kapsayan 2. Karantina..
   Bu semti anınca, Köşk Sinemasını da anmadan geçmek olanaksız.. Çünkü bu sinema o dönemlerde, tarif edilecek adreslerin odak noktasını oluşturmaktaydı. Pazar günleri sabah saat 10'da çocuk matineleri rağbet görürdü ve sinemanın önü cıvıl cıvıl olurdu. Cumartesi günleri öğleden sonraları ve gala günleri de çok kalabalık olduğunu anımsarım.. Yedi adet dörder kişilik locası olan sinemanın çıkış kapısı binanın yan tarafında, deniz kıyısından olduğu için, dışarı çıkanları bazen sıkı bir "ayaz" karşılardı.. Unutamadığım başka bir ayrıntı da "hacet görürken" denizin seyredilebildiği ender sinemalardan biri oluşuydu !.. Belki de tek..
   Çıkış kapısının karşısında "Hayri'nin Meyhanesi" vardı. Onun hemen arkasında, 1954'de kurulmuş olan, sarı-yeşil renkli Karantinaspor'un kulüp-kahve karışımı binası..
   1950'li yıllarda Güzelyalı semtinde kıyı boyunca gösterişli yalılar bulunmaktadır ve benim Güzelyalı'ya kavuştuğum 1964 yılında da bunların çoğu duruyordu.. Bilge Umar, "İzmir 1950" adlı kitabında bize şu bilgileri verir :
"Midhat Paşa Caddesi ile deniz arasında sıralanan evlerden sonra, bugünkü askeri tesislerin yerinde, o zamanın askeri tesisleri ve özellikle bir deniz uçakları hangarı vardı ; bunun önünde denize, tekerlek yerine kızakları bulunan deniz uçaklarının inmesi, denizden havalanması, Karşıyaka'dan görülebilirdi. İzmir'in batı ucu burasıydı. Karantina'dan şimdi İzmir valisinin konutu olan Sivrihisaryan Konağı'na kadar, bahçeli zengin konakları ; sonra yine birbirine bitişik sıralanmış orta halli vatandaş evleri vardı. Caddeden elektrikli tramvayla Konak yönüne ilerlerken, Karantina'ya kadar yolun sağ tarafında, çoğu bahçeler içinde, evler, konaklar vardı ; ama yerleşim alanları bunların hemen ardında biterdi. Örneğin, 1953 yılında İzmir Türk Koleji'nin tek öğretim binası olarak işlev gören,
Atatürk'ün Latife Hanım'la evlendiği Uşakizade Köşkü'nün hemen arkası, koyunların otladığı boş bir tarla idi.."
 





( Hülya Gölgesiz Gedikler'in, "1950'li Yıllarda İzmir" adlı kitabından alıntılar yaptım )