22 Kasım 2012 Perşembe

BİR İZMİR DEREBEYİ !..



   İzmir'de Yalılar semtinin henüz mevcut olmadığı 19. yüzyıl ortalarında, Karataş'ta iki ev, bir koltuk meyhanesi ve bir de, sonradan "İngiliz Bahçesi" diye adlandırılacak olan, Katipzade Ömer Efendi Bahçesi vardır.. Karantina, Göztepe, Kokaryalı boş araziden ibarettir. Yalnız küçük bir karakol bulunmaktadır..
  Katipzadelerin, sonradan askeri hastane olan, Karantina'daki binasına ise, ta Sultan Mahmud zamanında el konulmuştur. İncelenen vakıf senedine göre ; aile Osman Efendi isimli bir Müslüman'dan başlıyor. Gittikçe nüfuz ve kudretini artıran aile derebeyliğinin en üst noktasına erişmiştir.
  Osman Efendi'nin oğlu Ahmed Reşid Efendi ; Halim Ağa Çarşısının köşesindeki mescit ile, Kestelli Caddesi üzerindeki Katipzade Medresesini, Başoturak'taki sebili yaptırıp vakfetmiştir. Kendisinden sonra oğlu Osman Bey, ondan sonra Osman Bey'in oğlu Hacı Mehmed Efendi derebeyliği yapmışlardır.. Fakat bu ailenin hüküm ve nüfuzu, İkinci Mahmud'un tahta geçmesiyle birlikte sona ermiştir.
  Katipzade Derebeyliği şimdiki hükumet binasının yerinde bulunan geleneksel, asırlık konaklarında (üstte) işleri yönetir ve yine aynı binada otururlardı ; ancak Karantina'da bulunan, sonradan askeri hastane olan bina ise onların yazlık evleriydi.. Bunlardan başka, Eşrefpaşa ile Bozyaka arasındaki Katipoğlu mevkiinde bir konaklarıyla, Bayraklı-Bornova arasında büyük bir çiftlikleri vardı. Ancak bu son iki binada asıl derebeyleri değil, kardeşleri, akraba ve yakınları, çoluk çocuk otururlardı.. Katipzade Mehmed Efendi'nin vapurda boğdurulmasından sonra İzmir'e gelen Müsellim (kaymakam) Hüseyin Bey, Mehmed Efendi'nin oğlu Osman Bey'i de bu çiftlikte zehirletmişti..
  Bu ailenin Çerkez Hüsrev adında bir kölesi varmış. Saraya ya hediye olarak vermişler, ya da satmışlar ; fakat sonra bir gün bu esir Kaptanpaşa olmuş, donanma ile İzmir' gelmiş. Katipzade Hacı Mehmed Efendi, eski kölelerini konağına davet etmiş. Hüsrev Paşa bu daveti kabul etmiş, ertesi gün de Katipzade'yi gemisine davet etmiş. Ziyafet sırasında görüşürlerken Katipzade'ye :
"Beyim, senin güzel atların vardır ; binince Anadolu'da istediğin yere kaçabilirsin !.." demiş ve bu söz üzerine karşılıklı gülüşülmüş. Katipzade'nin yakınları, "Bu adamın düşüncesi fena olsa gerek, gelin kaçalım.." dedilerse de o, "Yok canım, kendisiyle aram iyi.." diyerek bunu kabul etmemiş.
  Ertesi gün yine gemiye davet edilmiş. Kamarada oturup görüşürlerken donanma hareket etmiş ; Katipzade ise durumun farkında değilmiş. Bir süre sonra, Kaptanpaşa bir bahane ile ortadan kayboluvermiş. Gemiciler Katipzade'nin üstüne çullanarak belindeki kayışı ile boğup öldürmüşler. Cesedini de Midilli adasına çıkarıp gömmüşler.. Daha sonra Hüsrev Paşa elbiselerini İzmir'deki ailesine göndermiş ve "müvella" (Mahalli hakim yerine, yalnızca belirli bir davaya bakması için tayin edilen hakim) denilen elkoyucular İzmir'e gelerek Katipzade ailesine ait malların bütününü Padişah namına zaptetmişler.. Yeniçeriler kadar bu tip derebeyliklerin de padişahlık etkisini azalttığını gören Sultan İkinci Mahmud'un yeni uygulaması sonucudur bu olay..
  Hüsrev Paşa'nın İzmir'e gönderdiği Katipzade elbisesi arasında gayet değerli bir Lahor şalı varmış. Aile üyeleri onu küçük parçalar halinde, üzücü ama değerli bir anı olarak, aralarında bölüşmüşler.(Bu yazının sahibi Raif Nezihi Bey'de de bir parça bulunuyormuş.)
  Katipzade mallarının Padişah adına elkonulmasından sonra, bu ailenin üyelerinden Katipzade Ahmed, amcaoğlu Hacı Ömer, kayınbiraderi Hacı Abdurrahman Efendiler de artık İzmir'e dönmemek üzere İstanbul'a aldırılmışlar. Ahmed Efendi'ye ceza olarak Silistre Kalesi'nin tamiri görevi verilmiş ; o da mallarını satarak bu görevi yerine getirmiş.  Diğer aile üyelerine de birer memuriyet verilmiş..
  Abdülmecid tahta çıkınca "Ahmed Efendi'nin parası verilsin" demiş !. Daha sonra ailesi ve torunları bu parayı kısım kısım alıp yemişler, bitirmişler..

RAİF NEZİHİ, "İZMİR'İN TARİHİ" ( açıklamalarla hazırlayan : Erol Üyepazarcı ) 

               

17 Kasım 2012 Cumartesi

İZMİRLİ DÖRDÜZLER !..



   1950 yılında, İzmirlilerin dayanışma içinde olmalarını sağlayan önemli olaylardan biri de ; Türkiye'nin yaşayan ilk dördüzlerinin İzmir'de dünyaya gelmesidir..
   23 Temmuz 1950 günü, beş çocuklu Susuzlu çiftinin yoksul hanesine, biri erkek üçü kız olmak üzere dört konuk daha gelir !.. Çiçeği burnunda Başbakan Menderes aileye yardım elini uzatır.. Dördüzlerin bakımlarını Behçet Uz Çocuk Hastanesi üstlenir.. Hastanenin nisaiye bölümü şefi Dr. Hikmet Aladağ dördüzlerin adlarını koyar : Uhuvvet (Kardeşlik-kız) , Müsavat (Eşitlik-kız) , Adalet (Doğruluk-kız) ve Hürriyet (Özgürlük-erkek)..
   Dördüzlerin doğumundan hemen dört gün sonra bir yardım komitesi oluşturulur..  Hastanedeki çocukların bakım masrafları ve gereksinimleri, komiteye yapılan bağışlardan karşılanmaya çalışılır. Bir yıl içinde dördüzler için bir dernek kurulması girişimleri başlar.. Ayrıca, gelir sağlamak amacıyla, Fuar zamanında dördüzler yararına balo düzenlenmesi de kararlaştırılır.. Yine bu bağlamda, Fuar her yıl bir gün uzatılır ve 21 Eylül günü yapılan etkinlikler, "İzmirli Dördüzler Festivali" olarak adlandırılır.. Eğlence yerleri, 21 Eylül'deki gelirlerinin bir bölümünü dördüzlere bırakır..
   Uzun süre hastanede kalan dördüzler ancak 1955 yılında taburcu edilebilmişlerdir. Ailenin ekonomik gücü olmadığından yine kollar sıvanır !.. Önce, mevsim yaz olduğundan, çocukların güneş ve denizden de yararlanabilmeleri için, İnciraltı Belediye evlerinden biri aileye tahsis edilir.. Üç ay süreyle çocuklar burada kalırlarken, yaz bitiminde aileye bir apartman dairesi kiralanır..Bu arada dördüzlerin Yusuf Rıza İlkokulu anaokulu bölümüne de kayıtları yaptırılır..
   Daha bitmedi !.. İş Bankası tarafından çocuklara her ay 700 liralık bir yardım fonu ayrılır.. Dördüzler ilkokul çağına geldiklerinde ise, Özel Çamlaraltı Koleji'ne, yatılı olarak yazdırılırlar..
   Son olarak öğrendiğim kadarıyla, dördüzler, 27 kişilik büyük bir aileye dönüşmüşler..
   Uhuvvet Aygün, 2 kız ve 2 oğlan sahibi..
   Müsavat Tabak, 3 kız sahibi
   Hürriyet Susuzlu, 2 oğlan sahibi..
   Adalet Demirel, 2 oğlan, 1 kız sahibi..
   Yalnızca,  emekli öğretmen Adalet hanım İzmir dışında, Kiraz'da yaşıyor.. Diğer kardeşler İzmir'de..
   Dördüzlerin iki dilekleri var : Birlikte hacca gitmek ve vefat ettiklerinde, Işıkkent Mezarlığında, anne babalarıyla yan yana olmak...  

Sayın Oğuz Topoğlu'nun blog yazısında da bu konu işleniyor.. İzni ile linkini paylaşıyorum..
http://www.oguztopoglu.com/2013/12/izmirli-dorduzler-1957-hayat-dergisi.html

     

13 Kasım 2012 Salı

İZMİR'DE DE ÜŞÜNÜR !..



   Çocukluğumda ısınma gereksinimi mangal ve kömür sobasıyla karşılanıyordu. Misafir odasında da kullanılmayan bir şömine ( bacasıyla ilgili bir sorun vardı galiba ) ve büyük bir çini soba vardı..
   İki katlı büyük bir Rum eviydi doğduğum ev ve yaklaşık 3,5-4 metre yüksekliğinde tavanları olan dört büyük odası ve çok geniş bir terası vardı, Buca Ortaokuluna bakan ( şimdiki Buca Lisesi ).. Talaş ve tahta yakılarak ısıtılan büyük bir termosifonu ve kurnası filan olan bir de banyosu vardı..
   Sabahları kalkıldığında sobadan önce mangal yakıldığını hayal meyal anımsıyorum.. Çay önce mangalda demlenmeye başlardı ; çünkü soba yakmak için küçük bir merasim gerekiyordu.. O kocaman oda yine de, en soğuk günlerde bile, kömür sobasıyla sıcacık olurdu kısa sürede..
   Buca'da Levantenlerin evlerinde eskiden "tandır" denilen ; yorgan, seccade veya battaniye örtülü ; dört köşeli bir masanın altına konan delikli bir sacla kapalı bir mangal kullanılırmış. Bunun kullanımı 1930'lu  40'lı yıllara kadar devam etmiş bazı Levanten evlerinde..
   Chandler ; 18. yüzyıl sonlarına doğru, İzmir'de Avrupalılar tarafından inşa edilenler dışında, evlerde genellikle baca ve ocak yeri düşünülmediğini, soğuk havalarda odun kömürü yakılmış bir mangalın masanın altına yerleştirildiğini ve masanın üstüne bir halı ya da işli bir yatak örtüsü serildiğini, bunların yanlardan yere kadar indiğini, ailenin masa etrafında çepeçevre oturarak örtünün altından ellerini ve ayaklarını ısıttıklarını yazar..  Altı yanmaması için teneke levhayla kaplanmış olan böyle bir masanın etrafına oturanların, bazen, soğuk havalarda örtü ya da yorganı çenelerine kadar çekmeleri olağandır. Öyle ki, kış aylarında İzmir'de yabancı bir ziyaretçinin ev sahibi ve sahibesini böyle örtüler altında bulabileceği ve bunu yanlış yorumlayarak onları rahatsız etmiş olduğu zannına düşebileceği anlatılmaktadır.
   19. yüzyılın ortalarına doğru, İzmir'de sobanın da bazı evlerde yavaş yavaş kullanılmaya başladığını, ancak bu uygulamanın hala çok ender ve yalnızca bazı Frenk ailelerinde yer alabildiğini görüyoruz.  Bu husus 19. yüzyıl sonlarında da doğrulanmakta ve kentte ısınmanın çoğunlukla tandırlarla yapıldığı anlaşılmaktadır.. Bu, zengin ailelerin evlerinde de böyle olmuştur. Whittall ailesinin yaşamını konu alan bir anı kitabında ; Bornova'daki köşkün yalnız yemek salonunda bir kömür sobası bulunduğu, tüm diğer odaların böyle bir lüksten yoksun olduğu anlatılmaktadır.. Bahsedilen İzmir'in en büyük ve en zengin ailelerinden biridir !..
   Bu yerlerde kış aylarında, gereken ısıtma, zemini ve üstü çinko kaplı, yanları açık kare bir kutuyu andıran bir masa içine konan odun kömürüyle sağlanmaktadır. Anı kitabında, üzerine pamuklu bir yorgan konmuş olan bu tandırın, 1880'lerde Ida Pfeiffer'ın tanımladığının aynısı olduğu kaydedilirken, tandırla ısınmanın çok hoş ve insanı gevşeten bir olay olduğuna işaret edilmiştir. Aynı anlatıma göre, 90 -120 santim boyunda olan bu masanın etrafında, yorganı göğsüne kadar çekecek şekilde, en az altı kişi oturabiliyordu.
   Tandır sefaları sırasında dikkat edilecek hususlardan biri, hanımların daha iyi ısınabilmek için eteklerini fazla yukarıya çekmiş olma olasılığına karşı, yorganın gerekli uyarı yapılmadan çekilmemesiydi !..
   Köşkte çalışan ahçı kadının, kahvaltı hazırlığından da önce ilk görevinin bu tandırları yakmak olduğu belirtilmektedir..
   Esen kalın..












  

8 Kasım 2012 Perşembe

İNSANIN İŞTAHINI AÇAN ŞEHİR !..

  

   İlkokul öncesinden başlayan ve tabii anı dağarcığımdaki yerini kaybetmeyen bir aile içi geleneğimiz (!) vardı... Hemen her cumartesi günü annemle Kemeraltı Çarşısına inerdik. Önce alınacaklar alınırdı.. Ben de bu arada esnafı incelerdim.. Leblebi kavuran kuru yemişçiler, Balıkçılar, balık tablalarını suyla ıslatırlarken suratıma da gelen su zerreleri, bağırış çığırış, bir festivaldi sanki.. Kestane Pazarının başındaki peynirci ve zeytinciler..
   Bir gün zeytin alırken, pırıl pırıl simsiyah zeytinlerdeki bir hareketlenme dikkatimi çekmişti.. Birden o hareketin nedenini anlamıştım : Küçücük bir fındık faresi, ya da bir fare yavrusu !.. Annemi dürterek olayı anlatmaya çalışmıştım ama annem her zamanki gibi benim alışverişten sıkıldığımı sanmış, "tamam oğlum, birazdan bitiyor" demişti. Ben ısrar edip de ona gösterince, bu gibi konularda çok titiz olduğundan küçük bir çığlık atıp elindeki paketi fırlatıvermişti.. Bir daha oralardan zeytin aldığımızı anımsamıyorum !..
  Şimdiki gibi "kot lazım mı" diye soran yapışkan satıcılardan fazla yoktu o zamanlar.. Zaten benim çocukluğumda hazır giyim işi de çok gelişmemişti.. Dolayısıyla, çarşıdaki esnaf türleri de çok geniş bir yelpaze oluşturuyordu.. Şimdi ise çarşı, giyim mağazasından geçilmiyor neredeyse..
   O dönemdeki dükkanlar arasında biri vardı ki, en az on-on beş dakika izlemeden ayrılmazdım oradan : Tel kadayıf yapan usta.. Yavaş yavaş dönen bir bakır tepsi içine küçük bir ibriğin ince ağzından beyaz, yoğun bir sıvı dökerdi. Tepsinin altında ocak mı mangal mı vardı bilmiyordum ama, rengi hemen sarıya sonra da kahverengiye dönerdi.. Eliyle toplayıp alırdı onları ve yine aynı işlem baştan başlardı..
   Bu bahsettiğim dükkan şimdiki Salepçioğlu Çarşısının karşılarında kalan bir dükkandı.. Aynı zamanda artık "benim" saatlerim başlıyordu bu noktada !.. Önce Taga Kitabevine gidilirdi ve "Çocuk Haftası" dergisi cildi alınırdı.. Çok sevdiğim bir dergiydi.. Oğuz Özdeş ve Kemalettin Tuğcu gibi öykü yazarları vardı, yabancı çizgi romanlar vardı.. Kısacası adeta bir define idi benim için.. Ayrıca bir de "Doğan Kardeş" dergisi alınırdı her ay. Bunlar daha sonra ciltlenirdi..
  Ambalajlanmış kitap paketim sımsıkı koltuk altımda, kitabevinin hemen yanındaki Petek ya da onun karşısındaki Atıf Dönercisi sıradaki "beklenen şarkı" idi adeta !.. Artık öğle saatleriydi ve acıkmış midelerimizi sevindirmeye sıra gelmişti !.. Daha girişte, kar gibi beyaz giysileri içinde, beyaz şapkası başında, genellikle şişman bir dönerci ustası karşılardı gelenleri.. Siparişimizi verdiğimizde, önce biri uzun diğeri kısa bıçaklarını fiyakayla bir masatta bilerdi.. Koku bir yandan, o bıçakları bilerken çıkan iç gıcıklayıcı ses bir yandan.. Sonra, "tören" başlardı !.. Bir kayık tabak alınır, içine çıtır çıtır ve küçük boyda kesilmiş pide döşenirdi. İncecik kesilmiş ve tam kıvamında pişmiş et pidelerin üzerine özenle yerleştirilir, üzerine domates sosu ve yoğurt eklenirdi.. Döner masaya gelir gelmez, elinde mis gibi erimiş tereyağı olan küçük bir tavayla,  bir başka garson dönerin üzerinde bu tereyağını güzelce gezdirirdi.. O zamanlar kolesterol yok muydu ne ?..

   

   Dönerciden tok ve mutlu bir şekilde çıkınca, bu güzel saatlerin daha başında olduğumuzun bilinciyle ve hazla içimi çekerdim.. Şimdi sırada tatlı vardı çünkü.. Arnavut kardeşlerin işlettiği meşhur tatlıcı.. Galiba "Aksüt" idi adı.. Günümüzün "Özsüt"ünün isim babası.. Şimdiki Salepçioğlu'nun tam karşısında küçücük bir dükkan.. Ya iki, ya da üç masa vardı yanılmıyorsam.. (Adını yanlış hatırlıyorsam beni uyarın !..)  Sıkış tepiş, ayakta son sürat yenen birbirinden güzel, görüntüsüne fazla önem verilmeyen ama muhteşem tadı nedeniyle buna aldırılmayan kazandibi, kaymaklı ekmek kadayıfı, peynir tatlısı vs..
   Bu unutulmaz cumartesi günü, Elhamra Sinemasında 14:30 seansındaki (uzun film varsa, 15:00) filmle noktalanırdı..


 




   İzmir'de yüzyıllardır birlikte yaşadığımız Musevilerin İzmir mutfağına katkıları inkar edilemez.. Örneğin şu anda İzmir'le adeta özdeşleşmiş durumda bulunan boyoz.. Eskiden en iyi boyozlar, Musevilerin yoğun olarak yaşadıkları İkiçeşmelik semtinde yapılırmış..  Musevilerden İzmir mutfağına geçen diğer iki yiyecek ise ; lakerda ve badem ezmesi imiş..
   Bir de "Tatar böreği" var.. O da İzmir'e göç etmiş Kırım Tatarlarından İzmir mutfağına geçmiş.. En çok da Değirmendağı bölgesinde yapılıyormuş.. "Değirmendağı da neresi ? " diye soracak olursanız : Bayramyeri !..
Bu semt 1950'li yıllarda bile Değirmendağı olarak adlandırılıyormuş.. Kırım Savaşı'ndan kaçan Kırım Tatarları önce Karataş semtine yerleştirilmişler. Çocukları denize düşer korkusuyla daha yükseklere çıkarak buralara yerleşmişler...
   İzmir'e özgü bir başka yiyecek de "Gerdaniye Tatlısı".. Kurban bayramlarında kesilen koçların boyun kısımlarından alınan etten yapılan bir tatlı . Yapılması tarifini linkte veriyorum.
     http://www.nepisirsem.com/resimliyemektarifi.aspx?yemekid=2864
Ilık olarak yenilen bu tatlının, yenilmeden önce biraz ısıtılması gerekmektedir.. Ben hiç yemedim, açıkçası merak da etmiyorum !.. Kafamda tatlı ve et kombinasyonunu yapmayı beceremedim !..
   Doğduğum yıllarda, hatta çocukluğumdaki ünlü lokantalara gelince ; Kemeraltı Çarşısında Şükran ve Ekmekçibaşı Lokantaları, içkisiz ve ailelerin gidebildiği ünlü lokantalardı.. O yıllarda çarşıda içki içmek isteyen olursa, ya Havra Sokağı ya da Gümrük Önü'ndeki şarapçılara gidermiş.. Bir su bardağı dolusu şarap, yanında çeyrek yumurta ya da leblebi ile 25 kuruş !..
   Şükran'ın trança şişi meşhurdu. Küp şeklinde kesilmiş trança parçaları arasında domates ve defne yaprağı ile kömür ateşinde ızgarada pişirilirdi ve gerçekten de enfesti..
   Konak İskelesi üstünde meşhur Deniz Restoran ve Gazinosu.. Buraya gittiğimi anımsamıyorum.. 1960'a kadar DP lokali gibi çalışıyormuş adeta !..  İzmir'e gelen birçok ünlüyü ağırlamış, mezeleriyle namlanmış bir restoran olduğu söyleniyor..
   Basmane'de "Toros" , Alsancak'ta Kıbrıs Şehitleri'nde "Ege", yine Alsancak'ta eski Bornova Sokağında "Kulüp Orhan Restoran"
   Karşıyaka'da "Sami Bey", "Alaybey", sahilde "Celal Bey" ve iskelenin yanındaki "Tilla Restoran"..
   Karşıyaka Çarşıda bir "Sami Bey" daha hatırlıyorum ama bu, pastahane.. Çok güzel lokması ve tulumba tatlısı vardı.. Lokmasının ünü, şimdilerde öğrendiğime göre, şerbetine katılan baldan ileri geliyormuş.. Bu bal özel olarak Marmaris'ten özel olarak getirilmekte imiş..
   Bugünlük de bu kadar.. Bir şeyler atıştırmaya gidiyorum !.. Esen kalın..

   Bu yazımı sevgili Müşerref ve Bahriye Kınacıya ithaf ediyorum...
 
       




     

5 Kasım 2012 Pazartesi

DEREDEN, TEPEDEN İZMİR !..



   Çocukluğumda, Karşıyaka'da oturan dayımlara gittiğimizde mutlaka bindiğimiz faytonlar.. Ben, sürücü yanındaki yerimi hemen alırdım.. 400-500 metrelik mesafeyi büyük bir keyifle içime sindirirdim..
   Sonraları, gençliğimde de bindiğim oldu ama, doğal olarak çocukluktaki gibi zevk almadım.. Öğrenci bütçesini zorlayacak kadar da pahalılaşmıştı bu arada herhalde !..
   Geçenlerde öğrendiğime göre ; bu arabalara eskiden İzmir'de, "Karoça" veya "Karoço" denirmiş. İtalyanca "Araba" anlamına gelen "Carozza"dan geliyormuş..
   Kadifekale'nin eteklerinden başlayıp Kemeraltı'na kadar uzanan eski mahallelerde yaşayanlar ile Eşrefpaşa- Yapıcıoğlu-Halil Rıfat Paşa ve Karataş-Göztepe sakinlerinin, kent merkezine ya da tramvay hattına ulaşmak için faytonlardan başka kullanabilecekleri işlevsel ulaşım aracı bulunmuyormuş.. Belirtilen bölgelerin dar ve dik sokaklarına faytonlar bile zorlukla girip çıkabiliyormuş..
   Keçecileriçi'nde bir dernekleri bulunan faytoncuların, kentin hemen hemen her tarafında durakları varmış. Belediye fayton duraklarını düzenlemiş ve duraklardan kentin çeşitli yerlerine gidilecek mesafeye göre bir de fiyat tarifesi oluşturmuş.. Fiyat tarifesinin, faytonların görünür bir yerine asılması şartı da konmuş.. Müşterilerin faytonu on dakika bekletme hakları bulunuyormuş. Daha fazla bekletme durumunda, her saat için 125 kuruş ödenmesi gerekiyormuş.. Bu ücret bayram günlerinde 160 kuruşa yükseltiliyormuş..  1930'lu yıllarda da geçerliliğini sürdüren bu fiyatlar, tahmin edileceği gibi, İkinci Dünya Savaşı etkisiyle artırılmış..
   1934 yılı verilerine göre ; İzmir'de 21 durakta çalışan, 205 adet kayıtlı fayton bulunuyormuş..

   

   Yalnız faytonla çıkılabilen yukarı semtlere doğru yavaş yavaş açılan yollar ve götürülen belediye hizmetleri, her büyük şehir gibi İzmir!in başına da bir dert getirir : Gecekondulaşma !..
   İzmir'de ilk gecekondulaşma 1950'den sonra başlamıştır.. Meles Çayı vadisinin batı yamaçlarından, Kadifekale sırtlarına doğru.. Sonra da, belediyenin engellemesiyle Bayraklı sırtlarına geçmiştir..
   1948 yılında, Türkiye'deki büyük kentlerde, gecekondu sayısı 25-30.000'den ; 1960 yılında 240.000'e çıkmıştır !..
   1960 yılında gecekondu nüfusunun, toplam kent nüfusu içindeki payı İzmir'de % 33,42'dir.. Halbuki bu oran ; Ankara'da  % 60 ; İstanbul,Adana ve Erzincan'da % 50'dir..
   Yine 1960 yılı Mesken Şartları Anketi'ne göre ; toplam kent meskenleri içinde gecekonduların oranı : İzmir'de % 24,4 ; Ankara'da % 64,60 ; İstanbul'da % 39,55'dir..
   İzmir'de ilk gecekondulaşmayı başlatanlar ; küçük çapta ticaretle uğraşan Kayserililer, inşaat işçisi Konyalılar, kalifiye işlerde çalışan Karslılar, mevsimlik tarım işlerinde çalışan Mardinliler olmuştur..



   İzmir'in yapılaşmasında ilk toplu konutlar ; 1950'lerin ortalarında, Karşıyaka Bostanlı Kooperatif Konutları, Hatay Caddesi'nde Hakim Evleri ve Basın Sitesi'ndedir..
   Çok katlı yapılaşmanın ilk örnekleri Alsancak'ta görülür. 1954 yılında ilk 6-7 katlı apartmanlar Birinci Kordon'da dikilmeye başlamıştır..
   1950-54 arasında İzmir'de şunlar yapılmaya başlamıştır :
    Salhane'de, 1952'de hayvan pazarı..
    İnciraltı'nda 66 plaj evi ve 3 dükkan...
    Güzelyalı ve Varyant'ta halk apartmanları.. 1953 yılında temeli atılan Güzelyalı'daki 24 dairelik halk apartmanı 1956'da bitti.. Varyant'taki halk apartmanı ise, 1959 yılında öğrenci yurdu olmuştur..
   Merkezde ve Eşrefpaşa'da 1953 yılında temeli atılan nikah daireleri, 1956 yılı 24 eylülünde hizmete girer.. Aynı gün, Bayramyeri yeni saat kulesi de açılmıştır..
   14 Şubat 1955'de Alsancak Limanı temeli atılır..
   Basmane 9 Eylül Meydanı ve havuz, 1958'de düzenlenir..

  

   Bir de Sarı Kışla olayı var...  Yine 1950'li yıllarda Sarı Kışla, beş büyük askeri bina yapılması karşılığında belediyeye geçer..  Varyant'ta bir bina, Hatay Caddesinde kışla binası, süvari atları için ahır, Komutanlık binası, Ordu Evi  ve Askerlik Şubesi.. Bunların hepsi yapılıp bitirildikten sonra yıkım başlayacaktır ve nihayet, 30 mayıs 1955 günü yıkım başlar..  1960 yılında ise, yıkım hala devam etmektedir !..  
   1960 yılında, tutuklular Buca'daki yeni cezaevine nakledildikten sonra, Milli Kütüphane ile Devlet Hastanesi arasındaki cezaevi de yıkılmaya başlar..

2 Kasım 2012 Cuma

BENİMLE OYNAR MISIN ?..

  

   "Domates Güzeli" Ayşen Gruda'nın, yayına yeni başlayan televizyon aracılığıyla, dilimize soktuğu bir deyim vardı, bilmem hatırlar mısınız ?.. "Apartman Çocuğu, poroblemli (!) çocuk". Problemi bu şekilde telaffuz ederek üstüne basarak söylemiş oluyordu !..
   O zamanlar, bahçeli evler ve boş arsaların apartmanlarla berabere kaldığı, 70'li yılların başlarıydı.. Sonra o acımasız zaman, apartmanların lehine işledi ve öyle bir döneme girdik ki, bir ağaca çıkıp da meyve koparan hatta bu uğurda ağaçtan bile düşen bir tek çocuk kalmadı, beton yığınına dönen kentlerde !.. Leblebi tozunu, pamuk helvasını, macunu bilen, sapanla en az bir cam kırmış, topaç çevirmeyi bilen  çocukların da kalmadığı gibi..

  

   Çocukluğumda topaç çevirmeyi çok severdim. Topaç, ucunda bir çivisi, beyaz gövdesi üzerinde birbirine paralel renkli çizgiler olan tahtadan bir koni idi. Özel ipi düzgünce topacın etrafına sarılır, ipin ucu da yüzük ve serçe parmağı arasına sıkıştırılarak yere doğru atılırdı. Aslında, biraz beceri ve el alışkanlığı da gerektirirdi. En uzun süreyle kimin topacı dönerse, o kazanırdı. O, 3-4 renkli çizgili topaç hızla dönerken beyaz bir renk alırdı. 70'li yılların ikinci yarısında tahta topaçlar önce plastiğe, sonra da 80'li yılların başlarında üstündeki düğmeye basılarak "kurulan" ve yere bırakılan "zahmetsiz" bir oyuncağa dönüşmüştü...  

  

   Karnımız acıkınca oyuna ara verip dağıldığımız evlerin kapısında annemizin elimize tutuşturduğu Vita ya da Sana yağı sürülmüş, biraz da şeker ekilmiş ekmek yenir, çok terli isek, kolay hastalananların arkasına ince bir havlu konurdu. Formula-1 yarışlarında, otoların teknik bakıma girdiği "pit stop" gibi !..
   Evet, bizim çocukluğumuzda çocuklar ; çocuk parklarına veya alışveriş merkezlerine değil, bahçelere ve boş arsalara aitti..

   Örneğin "tik-tak" diye bir oyun oynardık.. Düzgün bir tahta parçası bulunur, üzerine futbol sahası çizgileri biraz acemice de olsa çizilirdi. Sonra sıra, kale direkleri ve oyunculara gelirdi, yani çivilere !.. Böylece hazırlanan çivili tahta, minyatür bir futbol sahası olurdu.. Orta çizgiye bir de 25 kuruşluk yerleştirilir, böylece top da yerini almış olurdu !..Sonra sırayla parmak ucuyla fiske vurmak suretiyle karşı kaleye sürülen topu, yani 25'liği, kale yerini tutan iki çivi arasından geçirerek gol atmaya çalışırdık !..
 
   Futbol "tik-tak"dan ibaret değildi elbette.. On ya da on iki çocuk bir araya geldi mi, aralarında yaşları büyük ya da elebaşı konumunda olan iki kişi birbirine rakip iki takım kaptanı olurlardı. Karşılıklı geçer, birbirlerine doğru bitişik adımlarla ilerlemeye başlarlardı. Kimin son adımı diğerinin ayağı üstüne denk gelirse o ilk olarak oyuncu seçmeye başlardı. İlk seçilen doğal olarak en iyi oyuncu olurdu..Bazen de topun sahibi olan çocuk, top yokluğu nedeniyle ilk seçilen olurdu !.. Son seçilenler de böylece oyunculuk değerlerini anlamış olurlar ve hüzünlenirlerdi.. Sonra da kurallar belli olur ve gazozuna maç başlardı.. Kurallar ; " 5'te devre, 10'da biter"... "3 korner, 1 penaltı" gibiydi..
 
   

   Geceleri misafirliğe gelen ailelerin çocuklarıyla oynanan oyunlar da vardı.. "İsim-Şehir-Hayvan" , "Adam Asmaca" gibi.. En matrak olanlarından biri ; "Kim, kiminle, nerede ?.." oyunuydu. Oyuna katılan herkes eline birer kağıt ve kalem alırdı. İlk bölümün adı "Kim", sonraki "Kimle", daha sonraki bölümler de sırasıyla "Nerede", "Ne Yaptı", "Kim Gördü", "Ne Dedi" bölümleriydi.. Önce herkes aynı anda "Kim" bölümünü doldurur, yazdığını katlayarak yanındakine verirdi. Her oyuncu kendisinden öncekinin kağıdında bu kez "Kimle" bölümünü doldurur, yine kağıdı katlayarak yanındakine verirdi.  Bütün bölümler bittikten sonra kağıtlar açılır ve kim, kimle, nerede, ne yaptı, kim gördü, ne dedi bölümlerinin farklı kişilerce doldurmasıyla oluşturulan cümleler okunurdu. Örneğin şöyle bir cümle çıkabilirdi :
"Süleyman Demirel, Zeki Müren'le, Konya'da, konsere gitti, Türkan Şoray gördü, yazıklar olsun dedi" gibi !..
Oynayanların yaşları büyüdükçe, bütün ünlü kişiler, hafiften cinsel çağrışımlardan da nasiplerini alırlardı !..