18 Aralık 2014 Perşembe
KENTTE ERMENİ OLAYLARI...
Mustafa Kamil Dursun (1878-1951), "İzmir Hatıraları" adlı kitabında, İzmir'deki Ermeni hareketleri hakkında şunları aktarıyor :
Osmanlı Devletinin her tarafında Ermenilerin suikastlar düzenlediği bir zamanda Kamil Paşa'nın vali bulunduğu Aydın vilayetinde de bazı hadiseler olmuştur. Her nasılsa Amerika'ya gidip gelmiş bulunan bir takım Ermeniler ellerindeki pasaportlara dayanarak kendilerinin Amerikan uyruğunda olduklarını iddia ederler ve suç işleyince de ABD Konsolosluğuna sığınırlardı. Hükumet bu gibileri muhakeme etmek isteyince konsolosluktan şu cevabı alırdı :
"Osmanlı hükumetinin kaza hakkını Amerika hükumeti tanımaz ve bundan dolayı konsolosluğa sığınanları hükumete teslim edemez !.."
Bu davranışlardan yüz bulan Ermeniler şımarıklıklarını artırmışlar ve daha ileri giderek fiiliyata ve icraata geçmişlerdi.
İzmir'in Ermeni zenginlerinden Balyozoğlu Matyos, Ermeni komitesinden aldığı para isteğini içeren tehdit mektubunu hükumete vermişti. Balyozoğlu bu hareketinden dolayı güpegündüz mağazasının önünde Ermeni fedailerinden Tiflisli Azizof tarafından öldürülmüştü. Kısa bir süre sonra, komite hakkında bilgi verdiğinden dolayı, Dabağhane Mahallesinde hırsız Karabet evinde ; aynı gün, komiteden ayrıldığı için, Peştemalcılarbaşı'ndaki Topalyan mağazasında çalışan, Karataş papazının oğlu Artin, işinin başındayken öldürülmüştü.. Cinayetleri, Ermenileri ihtilale teşvik eden risale ve kitapların dağıtılmasını da takip ettiğinden, hükumetçe sıkı izlemeye girişilmişti..
Cinayetlerin failleri polisçe saptanmış ve bunların limanda demirli bulunan bir Fransız vapuruyla kaçmaya çalışacakları haber alınmıştı. Pasaport komiserleri Rafael ve İsak ile deniz komiseri Ahmet Nabi Efendi tarafından karşı önlemler alınmıştı..
Katiller geceleyin Fransız vapuruna gitmek üzere iken yakalanmışlardı. Arada vuruşmalar olmuş, atılan silahlardan Komiser Nabi Efendi ile bir komiteci ölmüşlerdi. Yakalananlardan biri, Amerikan Mektebi mezunlarından ve Kasaba Demiryolları kondoktörlerinden Karabet'in oğlu Markar idi. Bazı itiraflarda bulunan Markar'ın söylediklerinden, Ermenilerin büyük ölçekte bir ihtilal hazırlığı içinde olduğu anlaşıldığından tahkikat genişletilmişti.
Dabağhane civarında Ayafotila Mahallesinde, Kırkağaçlı Karabet'in evinde bir sürü bomba bulunmuş ve Credit Lyonnes Bankasında, tülbentçi Agop Grosyan'a ait özel kasada sabun kalıpları şeklinde 40 parça dinamit ile komitenin paraları, değişik isimler yazılı kayıt ve defterler ortaya çıkarılmıştır.
Bunlardan başka, Manisa'nın Malta Mahallesinde gaz tenekeleri içinde toprağa gömülmüş dinamitler ele geçirilmiş, Selçuk Aziz köprüsünün altına, Pasaport'taki postane, Düyun-u Umumiye binası, hükumet ve vali konağının arkasındaki saatçi dükkanına bombalar yerleştirildiği anlaşılarak bunlar toplattırılmıştı..
Bu olay üzerine Vali Kamil Paşa'nın başkanlığında Adliye Müfettişi Galip, İstinaf (eskiden temyizden önceki bir üst mahkeme) Savcısı Ragıp Bey tarafından "Fevkalade Tahkik Komisyonu" adıyla bir heyet kurularak işe başlanmıştır. İnceleme sonucunda kebapçı Senzak, fotoğrafçı Antranik, öğretmen Ardaş, denizden bomba kaçakçılığı yapan Kordon'da gazinocu Andernas ve kardeşi Vikran ile bunlardan başka yüzlerce komite mensubu tutuklanarak mahkemeye verilmişlerdi. Bunların çoğu idama mahkum edilmişlerse de cezaları müebbet küreğe çevrildi..
3 Aralık 2014 Çarşamba
OSMANLI'YA GEÇİŞ..
İzmir Osmanlı Devleti'ne katılmadan önce yaklaşık 35 kez el değiştirmiş.. Şimdiki trafik plaka numarası kadar yani !..
Hitiler, Lelejler, Efesliler, Eolienler, Lidyalılar, Yunanlılar-Ispartalılar, Persler, Makedonyalılar, Suriyeliler, Romalılar (3 kez), Pontus Krallığı (2 kez), Doğu Romalılar (8 kez), Hunlar, Araplar, Selçuklular, Haçlılar, Cenevizliler, Venedikliler, Rodos Şövalyeleri, Timur, Umur Bey, Cüneyd Bey ve sonunda Osmanlı...
Birinci (Çelebi) Mehmed, kardeşi Musa ile savaşırken, Karamanlılar, bütün kuvvetleri ile Bursa üzerine yürümüşlerdi. Karamanlılar Bursa kuşatmasını, o sırada büyükbabası Murat Hüdavendigar'ın türbesine gömülmek için Musa'nın naaşını getirenleri gördüklerinde, yardım geldi sanıp korkarak kaldırdılar. Sonra da kentin dış mahallelerini yakarak kaçtılar..
Anadolu'ya geçen Sultan Mehmed, doğruca Cüneyd Bey'i cezalandırmak üzere İzmir'e yürüdü. Cüneyd Bey, kenti adeta alınması olanaksız bir şekilde kuvvetlendirmişti. Padişah İzmir surları önüne gelince, Hammer'e göre ; Rodos Reisler Reisi'ni bu civarda buldu. O da, Cüneyd Bey'in yasak etmesine karşın, Timur'un yıkmış olduğu bir kalenin duvarlarını yeniden onarmakla meşguldü. Rodos Şövalyesi, İzmir'in zaptı için Sultan Mehmed'e yardıma geldi.
Sultan Mehmed ordugahını kurar kurmaz, çevredeki adaların egemenleri, çevre toprakların beyleri, hepsi sadakatlerini sunmaya, vergilerini vermeye geldiler. Bir bölümü de Sultan Mehmed'in adaletine güvenerek, Cüneyd'in zulüm ve davranışlarından şikayet ettiler. Bunlardan Foça, Midilli, Sakız egemenleri olan Ceneviz Reisleri ile, Germiyan, Teke, Menteşe Beyleri ve Kudüs Aziz Yahya Şövalyeleri Reisi, Osmanlı Sultanı'nın korumasını istiyorlardı. Sultan Mehmed bunların saygılarını ve ortak düşmana birlikte saldırma önerilerini memnunlukla kabul etti ve İzmir'in kuşatmasına başladı. Onuncu gün, kent düştü. Cüneyd Bey'in anası, çocukları Padişahın ayaklarına kapanarak af dilediler.
Padişahın ilk işi, İzmir'in bütün istihkamlarını yıktırmak oldu. Bu arada Rodos Şövalyeleri tarafından liman girişinde yapılan kale de bir gece içinde yerle bir edildiğinden, Reisler Reisi, güneş doğar doğmaz Sultan Mehmed'in yanına giderek, adı geçen kalenin Aydın Bey zamanında şövalyelerin harcamalarıyla inşa olunduğunu ileri sürüp, bunun yıkılmasını kesinlikle Papa ve Avrupa ile bir savaşı başlatacağı tehdidinde bulundu. Bunu sessizce ve soğukkanlılıkla dinleyen Padişah da :
"Ben isterim ki, yeryüzünde bulunan bütün Hristiyanlar'a baba olayım, kendilerine iyiliklerde bulunayım, şeref ve saygı vereyim. Çünkü hükümdarların iyilere mükafat, kötülere ceza vermesi gerekir. Ancak kendi uyruklarının da mutluluğunu düşünmesi, görevidir. Birçok Müslüman'ın benden istediği bir şeyi önemsemem gerekir. Timur'un bütün Anadolu'yu harap etmesi ne kadar kınanacak bir olay ise, İzmir Kalesini temelinden yıkması da o derece öğülecek ve teşekkür edilecek bir davranıştır. Çünkü bizim kaçkın kölelerin hepsi burada sığınacak yer buluyor idi. Ondan başka, karada, denizde yolculuk eden bir takım hür insanlar, İzmir'e esir olarak getiriliyorlardı. Bu da Şövalyelerle Osmanlılar arasında sürekli savaşlara neden oluyordu. Timur bile bu bilgece önleminden dolayı beğenilirken, ben ondan daha dinsiz mi olayım ? Ancak Müslümanların dileğini yerine getirmekle birlikte, sizi de mutlu etmek için Menteşe arazisinde bir başka yer göstereyim ki, orada bir başka kale yapabilesiniz.." dedi.
Şövalye ise bu yerin Padişah'ın arazisinde olmasını istedi. Sultan Mehmed, "Benim sana verdiğim yer bana aittir.Çünkü Menteşe Beyi, benim ancak bir memurumdur" yanıtını verdi.
Cüneyd Bey'in annesinin ısrarlı ricaları ve bizzat gelip ayağına kapanmasından dolayı affetti. Fakat İzmir valiliğini ondan alarak, Aleksander Sisman'a verdi. Sisman, Sırp Kralı'nın oğluydu. Sonradan Müslüman olmuş ve Samsun valiliğine atanmıştı.
Cüneyd Bey'in hayatını ve mallarını da bağışlayan Sultan Mehmed, bir süre sonra da onu Niğbolu'ya komutan yaptı..
RAİF NEZİHİ'nin "İzmir'in Tarihi" adlı kitabından derlenmiştir..
24 Kasım 2014 Pazartesi
ESKİ GAZETELERDEN BAZI İZMİR HABERLERİ...
Kişisel bağışların sosyal yardımlaşmada önemli bir rolü vardır. Gerçekten de, 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında, İzmir'de yaşayan fakir halka ya da çeşitli nedenlerle güç duruma düşen insanlara ve hayır amaçlı çeşitli kuruluşlara yapılan yardımların bir kısmının, bağışlar ve diğer benzer yollarla uygulandığı görülür.. Sadece birkaç örnek vermek amacıyla gazetelerde bu dönemlerde yayımlanan bazı haberlerden örnekler verelim...
15 Eylül 1890 tarihli "Hizmet" gazetesi haberi : "Tire Belediye Başkanı, esnaftan Şanizade Seyit Efendi'nin, 13 Eylül 1890 günü, Göztepe'de Islahhane öğrencilerine mükellef bir yemek vermiştir.."
"Hizmet" gazetesinin 27 Ağustos 1889 ve 30 Eylül 1890 tarihli sayıları : "Birinci Kordon üzerinde yer alan Petit Marseille (Küçük Marsilya) gazinosu sahibi, çeşitli dini bayram ve yortular sırasında gazinosunun hasılatını ıslahhane ve hastaneye bağışlamıştır.."
Balyozzade (Balyozyan) Matteus Efendi'nin, kentin fakir ailelerine dağıtılmak üzere her gün 250 ekmek ayırdığı.. ("Hizmet" gazetesi, 20 Eylül 1893) ; aynı kişinin, sahip olduğu iki arsayı, kız ve erkekler için birer okul yapılmak üzere Ermeni cemaatine bağışladığı ve o sırada İran Konsolosluğu olarak kullanılmakta olan, kendisine ait binanın kirasından da bu okullar lehine feragat ettiği.. ("Ahenk" gazetesi, 16 Ağustos 1902)
Kordon'da birahane sahibi olan M. Kramer'in, okullara ve ıslahhaneye verilmek üzere, sık sık bağışlarda bulunduğu ve bu bağışların özellikle bayram günlerine rastladığı.. ("Hizmet", 31 Aralık 1889 ; "Ahenk", 25 Mart 1895 , 13 Mart 1896, 6 Şubat 1899, 19 Mart 1902, 24 Aralık 1903)
Kentteki Musevi yetimhanesi ihtiyaca yetmediğinden, yeni bir bina yapılması için Madam Hirsh tarafından 50.000 Franklık bir bağış yapıldığı ve bu paranın, tüccardan Habuf ve Polaku Efendilerin emanetine alındığı.. ("Ahenk", 12 Aralık 1897)
Bu son haberden de anlaşıldığı gibi, 19. yüzyılın sonlarına doğru, bir kısmı gerçekten çok fakir olan Museviler için kent ve yurt dışından da zaman zaman yardımlarda bulunulduğu görülmektedir. Baron Hirsh'in eşinin, yukarıda açıklanan yardımının dışında, bir yıl önce de İzmir Musevi cemaatinin fakirlerine dağıtılmak üzere 10.000 Frank bağışladığı da Ahenk gazetesinde, 22 Aralık 1896'da yayımlanmıştır..
Amerikan Kız Koleji
İzmir'de kısa süre içinde çıkıp kaybolan bazı dergi ve gazetelere rağmen, 1870'li yıllarda, Rumların çıkardığı eski ve köklü gazetelerden "Amalthéa" ve "Smirni" yayın hayatlarını kesintisiz sürdürmekte idi.. 7 Ağustos 1888 tarihli "Hizmet" gazetesi, 1888 yazında "Amalthéa" gazetesinin yayına başlamasının 50. yıldönümü münasebetiyle, gazetenin sahibi M. Solomonidi tarafından Huck Otelinde 50 kişilik bir parti düzenlendiği, o sırada otelin kapılarına, İzmir'de yayımlanan bütün gazetelerin asılmış olduğu ve otel girişinin bu tören vesilesiyle elektrikle aydınlatıldığı anlatılmaktadır..
İzmir kentinin aydınlanma aracı olarak elektriğe ancak 1905 yılında kavuşabildiği düşünülürse, bazı otel ve gazinoların belediyeye oranla ne kadar daha ileri görüşlü davrandıkları da kolayca anlaşılır..
Karşıyaka
Alsancak Garı
Sporting Club
11 Kasım 2014 Salı
ATATÜRK'ÜN İZMİR CASUSU : GAVUR MÜMİN !...
25 Ocak 1948 tarihli "Demokrat İzmir" gazetesinin üçüncü sayfasında çerçeve içine alınmış bir yazı, eski bir askerin ölümünü duyuruyordu..
Kafkas Savaşı'na teğmen, Çanakkale'ye üsteğmen, Kurtuluş Savaşı'na ise yüzbaşı olarak katılmış ve vücudunda her cepheden kurşun yarası taşımış, o emsali kalmamış eski askerlerden biri işte...
Hep önlerde koşan, hem emre "esas duruş" çakan bir yaradılışı vardır.. Yunan'ın İzmir'i çiğnediği günlerde, Ankara'ya katılamayışının acısı ile yaşamış ama bunu kimseye anlatamamıştır. Süleyman Fethi'lerin, Hasan Tahsin'lerin ve Kaymakam Şükrü'lerin toprağa serildiklerinde, o ayakta durabiliyordu. Kuşadası'nı düşmana karşı savunan Giritli Cafer takımının elemanları bir bir toprağa serilip, ölüm yeşerttiklerinde, onun silahı hala kılıfından çıkmamıştı..
Başında yabancıların giydiği türden bir şapka, olanı biteni umursamaz bir yüzle dolaşan tam bir "yüzsüz"dür... Osmanlı'nın o baş eğmez müthiş Mümin'i gitmiş, yerine baş eğen, yardakçı ve işbirlikçi "Gavur" Mümin gelmiştir... Ankara'ya Mustafa Kemal'e katılmadığı gibi, işgal kuvvetleri subayları ile dostluk kurmuş ve bu yüzden, nefretin tohumlarını taşır olmuştur.
Mümin yüzbaşıyı İstiklal Harbi'nin bir numaralı casusu olarak takdim eden Naci Sadullah Danış, onun küçük bir deftere sığan anılarında asla abartı olmadığını, tam tersine her satırında mütevazılığın yer aldığını belirtir :
"İşgal Kuvvetleri subayları ile sıkı temaslarım göze batınca bana 'Gavur Mümin' dediler.. Gavur, yani kafir, yani hain Mümin.. O zamanlar hakkımda böyle bir hüküm vermiş olanlara kin ve öfke duymuş değilim. Onları haklı buluyordum. Herkesin ölüm kalım savaşı yaptığı bir sırada ordu saflarında çarpışacağıma başımdaki gavur şapkası ile dolaşıyordum. Düşmanla sarmaş dolaş yaşayan bir haine, namussuz bir kavga kaçağına ben de olsam kin dolu gözlerle bakardım. Kurtuluşu için ölesiye, öldüresiye dövüştüğüm İzmir'de yüzüme bile tükürenler oldu. İtiraf edeyim ki, o tükürükler cephelerde yediğim kurşunlardan daha çok acı ve ızdırap verdi bana..Ama be yapayım ki, o sıralarda içinde bulunduğum şartlar gerçek durumu açıklamama engel oluyordu. Bir tek şeyden korkuyordum. Gerçeği anlatamadan ölmek ve tarihe vatan haini olarak geçmek.."
Niçin düşmanla sarmaş dolaş olmuş ve diğerleri gibi Ankara'ya katılmamıştı ?..
İşte, onu yakından tanıyanların akıl erdiremediği bu sorular, savaşın o gürültüsü içinde bir kenara konulacaktı.. Ta ki General Trikupis esir düşene kadar...
Mümin Bey Anadolu'ya geçeceği sırada bizzat Mustafa Kemal tarafından silahsız bir mücadeleye davet edilmişti. İzmir'deki İşgal Kuvvetleri'nin faaliyetlerini yakından izleyecek, gerekirse "gavur" bile olacaktı.. Yunanlıların Ege ve İç Anadolu'daki askeri harekatının bilinmesi halinde, "milli"ciler başarı şanslarını büyük ölçüde artırabilecekti..
Yüzbaşı Mümin teklifi her zamanki gibi bir "emir" olarak telakki edecek ve aldığı bilgileri Mustafa Kemal taraftarlarına iletecekti. Görevini Büyük Taarruz öncesine kadar yerine getiren Yüzbaşı, daha sonra birdenbire ortadan kaybolacaktı. Yunanlılar tarafından tevkif edilmişti. Katlanması zor, baskı ve işkence dolu günler yaşıyordu. Onun Atina'da hapishanelerde çile çektiği sıralarda, Trikupis diğer generaller Digennis, Dimaras, Kladas ve diğer yüksek rütbeli subaylarla Kırşehir'de idi.
Mübadele görüşmeleri sürüyordu. Trikupis'in deyimiyle, Yunanlıların General Cafer Tayyar'a (Sadıklar) karşılık ordu kumandanı istemesi Mustafa Kemal tarafından reddedilmişti. Uzun görüşmelerden sonra General Kladas'ın verilmesi kabul edilmişti. Görüşmeler bir yıl daha sürdü..
Mustafa Kemal Paşa, Trikupis ve diğer generaller karşılığında Yüzbaşı Mümin'i istiyordu..
Trikupis, Yüzbaşı Mümin'in aksine, yurduna büyük gürültülerle dönmüştü.
Savaş sonrasında albaylığa kadar yükselecek olan Yüzbaşı Mümin, Van Mıntıka Kumandanlığı dahil görev ayırt etmeden askerce yaşayacaktı.. Yeğeni Galatasaraylı futbolcu Lütfü Aksoy'un milli formayı giydiği gün ağlamıştı galiba..
Bir de Munise'sini son kez Kordon boyunda gördüğünde.. Onunla ne zaman evlenmeye kalksa, mutlaka aralarına "kaynana" girmişti.. Yani savaş.. Bu yüzden düğün yeri sürekli savaş alanları olmuştu. Hep nişanlı kalacak ve hiç evlenemeyeceklerdi...
31 Ekim 2014 Cuma
İZMİR'İN "GAVURLAŞMASI" !..
Bizans İmparatorluğu'nun zayıflama devresindeki taviz politikası, İzmir'de de kendini göstermişti. Doğan Kuban, "İzmir'in Tarihi Yapısı" adlı araştırmasında, 1261 yılında Bizanslılarla yaptıkları bir anlaşma gereğince, Cenevizlilere, İzmir'de yerleşme ve ticaret yapma olanağı sağlandığını, Cenevizlilerin liman civarında, sonradan "Frenk Mahallesi" olacak yere yerleştiklerini, kendilerine ayrı kilise, fırın, hamam ve mahalle kurma ayrıcalıkları tanındığını ve bir süre sonra da, Venediklilerin aynı yoldan giderek, kendi mahallelerine yerleştiklerini belirtmektedir.
Bu ayrıcalıkların İzmir'de de, miras olarak Osmanlı yönetimine iletildiğinden kuşku yoktur..
Dinsel misyonların İzmir'e gelişi, Bizans'ın mirası olarak, 1535 kapitülasyonlarından önceye dayanmakta ve örneğin, Cenevizlilerin Akdeniz yöresinde egemenlik kurdukları 1400 yılları civarında, İzmir'de Fransisken misyonlarının bulunduğu anlaşılmaktadır.. Cizvitlerin kente gelişi ise 16. yüzyıl sonlarındadır..
F. Slaars, "23 Aralık 1630 günlü Papalık kararnamesinde, Cizvitlerin, İzmir'de bulunduğuna işaret edildiğini" açıklamaktadır. Kapüsinlerin 1628 yılında İstanbul'dan buraya geldikleri anlatılırken Hollanda Kilisesinin de 1612 yılında kente yerleştiği anlaşılmaktadır..
Dinsel misyonların gelmesiyle kök salmaya başlayan gizli istila eylemi, daha sonra ticari faaliyetin artmasıyla İzmir'de çeşitli milletlerin sürekli koloniler kurmalarını sağlayacaktır. Bu arada kendi içlerinde ve özellikle yerli Rumlarla olan evlenmeler sonucunda bölgeye özgü ve Levanten ya da Frenk deyişiyle genelleştirilen bir toplumun biçimlenmesini oluşturmaya devam edeceklerdir..
İzmir ve civarında yabancı nüfusun oransal olarak zaman içinde artması, bu gizli istilanın kentte "Gavur İzmir" deyimini yerleştirecek boyutlara ulaşılmasına yol açacak ve azınlıklar lehine birtakım hak iddialarının savunulmasını ve belli belirsiz ancak sürekli bir politika sonucu kazanılmasını getirecektir. Rum nüfusunun çoğalmasını ve özellikle 19. yüzyıl içinde İzmir'den de içerilere sızma eğilimleri göstermesini, belirli, ileriye dönük bir politikanın sabırlı ve üstü kapalı aşamaları olarak görmemek olanaksızdır..
Bu arada, çeşitli misyonların faaliyetlerini özellikle bölgede önceden var olan Hristiyan azınlık grupları üzerinde yoğunlaştırmaları ve bu azınlıkları kendi saflarına çekme çabası içinde olmaları, İzmir'in etnik bileşiminin daha da karmaşık bir yapıya dönüşmesi sonucunu doğurmuştur..
İzmir'e Ermenilerin gelişiyle ilgili olarak F. Slaars'ın savunduğu tez, diğerlerine göre daha ağır basmaktadır.. Slaars'a göre ; Ruben Krallığının dağıldığı 1375 yılında, 30 bin kadar Ermeni aile Kıbrıs, Rodos ve Girit adalarına, oradan da İtalya'ya geçmiştir.. Adalardan bir grup Ermeni de, bu tarihlerde, Lebon Yekiptos adlı bir kişinin önderliğinde İzmir'e yerleşmişlerdir..
Slaars, İzmir'e yerleşen Ermenilerin, yanında mezarlığı olan küçük bir kilise inşa ettiklerini ve 19. yüzyıl ortalarında, bunların artıkları ve izlerinin Türk mahallelerinin yakınında hala göründüğünü söylemektedir. Yine Slaars'a göre ; büyük bir Ermeni mezarlığında, 215 yıl öncesine giden (1600'lü yılların başları) bir mezar taşı vardır ve yaşlılar, bu mezarlık yıkılmadan önce çok daha eski taşların varlığını hatırladıklarını söylemektedirler..
Ermenilerin 14. yüzyılda yerleştikleri olasılığını güçlendiren diğer iki husustan biri, Tavernier'in 1631 yılında kentte 8 bin Ermeni'nin olduğunu yazmasıdır.. Diğeri ise, Chardin'in 1672'de İzmir'de Hollandalıların yaptıkları ticarette elde ettikleri en önemli kazanç konusunun, kentteki Ermenileri ve ürettikleri mallarını Avrupa'ya götürmek getirmek olduğunu yazmasıdır.. Bu da, Ermenilerin bu tarihte çoktan İzmir'e yerleşmiş ve sağlam bir ticaret kurmuş oldukları kanısını güçlendirmektedir..
Başlangıçta bağımsız bir devleti ve bu yönden kuvvetli bir dayanağı bulunmayan Ermenilerin, daha sonraları çeşitli ülkelerin politik yatırımlarına hedef olduğu görülmüştür. Nitekim, Büyük Petro'nun, 1717 yılında, İzmirli zengin Ermeni tüccar olan Piyer Abro adına çıkardığı bir kararnameyle, ülkesinin kapılarını Türkiye'deki Ermenilere açmış olduğu da yine Slaars tarafından kaydedilmektedir..
Gerçekten de bazı belgeler, bundan bir yıl sonra, 1718'de, Ermenilerin, Rusya'da ilk ipekli fabrikalarını kurduklarını ve Ruslara ipekli kumaş dokumasını öğrettiklerini doğruluyor..
RAUF BEYRU'NUN "19. YÜZYILDA İZMİR'DE YAŞAM" ADLI KİTABINDAN DERLENMİŞTİR..
3 Ekim 2014 Cuma
ESKİ İZMİR VALİLERİ SERİSİ : KAMİL PAŞA...
İzmir'in eski ailelerinden Postacıoğulları'na mensup olan Mustafa Kamil Dursun (1878-1951), İzmir Posta Müdürü olan dedesi Mehmet Şükrü Efendi, İzmir Posta Telgraf Başkatibi olan babası Hafız Bekir Sıtkı Efendi'den sonra, 20 Eylül 1900 tarihinde Vilayet Mektubi Kalemi'nde çalışmaya başlamıştır. Bu görevinin yanı sıra Mekteb-i Sanayi'de Kitabet ve Tarih öğretmenliği ile vilayetin resmi yayın organı olan Aydın gazetesinde de yazarlık yapmıştır.. Onun "İzmir Hatıraları" adlı kitabından, Kamil Paşa'nın (üstteki foto) İzmir valiliği dönemine ait bazı ilginç bölümlerini paylaşmak istedim..
Bazı kısımlarını günümüz Türkçesine çevirdim..
Bir gün bir iki okul arkadaşımla Rıhtım'dan (I. Kordon) Dolma mevkiine (Konak) gelmiştim. Bir kısım halkın denizden gelmekte olan bir beylik vapura bakmakta olduğunu gördüm. Biz de bunlara katıldık ve seyirci olduk. Vapur, kışla rıhtımına yanaşır bir durum almıştı ki, hükumet konağından Vali Hasan Fehmi Paşa ile bir takım zatların bu rıhtıma doğru gelmekte olduklarını gördük.
Meğer İzmir valiliğine tayin olunan eski sadrazamlardan Kamil Paşa bu vapurda imiş.
Vapur sahile yanaştı ve Kamil Paşa maiyetiyle sahile çıktı. Karşılamaya gelen eski vali ve erkan kendisini selamladılar, sonra da hep beraber hükumet konağına gittiler..
Bu, Paşa'nın İzmir'e ikinci gelişiydi. Daha önce, ilk kez 1883 yılında, "efeler sorunu"nu çözmek için geçici görevle Aydın valiliği yapmıştı. Şimdi ise, 1895 yılı Kasım ayında, 1906'ya kadar kalmak üzere, yeniden atanmıştı ama şu anda küskün bir halde olduğu, yüzünden ve tavrından anlaşılıyordu..
Birkaç gün sonra hükumet konağı avlusunda yeni valinin fermanı okunacaktı. Vali, iç avluya bakan mermer salonun kapısında ; kumandanlar, vilayet erkanı, memurlar ve bir kısım halk da orada bulunuyorlardı. Ferman okundu ve bando selamlık havasını çalmaya başlayınca Kamil Paşa bunun tamamlanmasını beklemeden tören yerini terk etti ve makamına giderek oturdu. Herkes de valinin bu hareketinin hürriyetperver oluşundan kaynaklandığını sandı. Gerçekten de Kamil Paşa, İzmir'de bulunduğu süre içinde, işlerini özgürce yönetmiştir..
Kamil Paşa'nın gazetelerin yayın ve hareketlerine karşı hoşgörülü olması, çevrede fikri gelişmelere yol açmıştı. Bundan dolayı ara sıra İstanbul'dan verilen emirlerle geçici olarak yayınlara ara veriliyordu. Fakat bu ara vermelerden sonra, her defasında, gazete daha ileri hamlelerde bulunuyordu. İşte bu cüretkar yayınların sonucunda gazetenin yazarlarından, açık fikirli, güçlü bir kalem olan, hürriyetperver Tevfik Nevzat Bey, Sultan Abdülhamid'in emriyle Adana'ya sürgün edilmiş ve bir süre hapishanede kaldıktan sonra orada bir kuyuya atılarak boğdurulmak suretiyle feci bir şekilde hayatına son verilmiştir. Ve İzmir'de "Nevzat Bey Adana'da intihar etti" dedikodusu yaydırılmıştır. Fakat yine de bu savaşçı ruhlu kalemin İzmir ve çevresinde aşıladığı hürriyet fikri ve kıvılcımları söndürülememiştir..
Yine Kamil Paşa'nın zamanında şehrin büyük caddelerinin kesme taşlarla döşenmesi, Sanatlar Okulu'nun genişletilmesi, Karşıyaka tramvaylarının kurulması gibi uygar eserler meydana getirilmiş ve bunların yapılmasında o zamanlar belediye başkanı olan Eşref Paşa'nın yararları da olmuştur..
Eşref Paşa (aşağıdaki foto) sorumluluğu altına aldığı İzmir belediye başkanlığını, ondan önceki başkanların gıpta edeceği şekilde, iyi yapmış ve zamanın belediye gelirlerinin izin verdiği ölçüde şehrin temizliğine, suların kesintisiz akmasına ve halk ihtiyaçlarının sağlanmasına çalışmıştır..
Onun zamanında, bir defasında, kasaplar et narhının İzmir para piyasası itibarıyla 7 kuruştan bir çeyrek mecidiyeye çıkarılması konusunda ısrar etmişler ; Eşref Paşa etin okkasını her durumda 7 kuruştan satacaklarını ihtar etmiş. Bunlar kabul etmeyince derhal vilayetten civara telgraflar yazdırarak, şehre yakın kazalara adamlar göndererek, bu şekilde gelen koyunları kestirip çeşitli semtlerde açtırdığı kasap dükkanlarında halka 7 kuruştan sattırarak kasapları yola getirmiştir..
18 Eylül 2014 Perşembe
VALİ KAMİL PAŞA DÖNEMİ İZMİR'İNDEN ANEKDOTLAR..
Kamil Paşa'nın valiliği sırasında İzmir, İstanbul ve diğer yakın vilayetlere oranla hürriyet havasını en çok soluyan bir vilayet merkezi idi. Gerçi İzmir'de de bazı hafiyeler yok değildi ; fakat bunlar diğer yerlerde bilhassa İstanbul'da bulunanlar kadar kötülük yapamıyorlardı. Çünkü vilayetin bu hususta tuttuğu siyaset bunların neden olduğu zararları mümkün olduğunca sınırlıyordu. Bu sebeple, İstanbul'dan İzmir'e sürülmüş olan bazı kimseler vaziyetlerinden memnun bulunuyordu.. Hatta bunlardan bir kısmına vilayetçe rejide ve diğer dairelerde uygun görevler verilerek geçimleri sağlanırdı..
Bunlardan Abdülhalim Memduh vilayet tercümanı olarak, Müstecabizade İsmet ise rejide görevliydi. Bir gün bunlar ve daha birkaç arkadaşları, Şair Eşref'in kaymakam olarak bulunduğu Kırkağaç'a gitmişler, şaire misafir olmuşlardı. Şair Eşref filozof bir kişi olmasına rağmen, tutumluydu ve ekonomik olmayı severdi. Konuklarını güzelce kabul etti ve akşama doğru biraz içmek için hazırlattığı masanın başına oturmuş, misafirlerini etrafına toplamıştı.
Yanındaki odacıyı çağırdı ve cebinden bir tane 2 kuruşluk çıkararak odacıya verdi. "Şuradan biraz rakı, peynir, zeytin, domates al getir" dedi. Kapıdan çıkmadan : "Artarsa taze soğan, marul da alırsın," dedi. Bunun üzerine Abdülhalim dayanamayarak : "Gel" diye hademeye bağırmış : "Oğlum, eğer artarsa kendine de bir kostüm alırsın !.."
Dönemin Vilayet Postacısı M. Kamil Dursun, "İzmir Hatıraları" adlı kitabında Sultan Abdülhamid dönemine ait bir anısını da aktarıyor..
"O sıralarda Fransızların İstanbul'da isteklerine göre çözümleyemedikleri bir antrepolar sorunu vardı. Türkiye'deki Fransız yetkililer işin istedikleri gibi olması için Fransız donanmasının Midilli Adasını işgal etmesini istemişler, donanma da Midilli'ye gelmişti..
"Midilli'nin İzmir'e yakınlığı nedeniyle bu haber şehirde yayılınca, halk çok üzülmüştü. Sorunun Babıali ile çözümü günlerdir devam ettiğinden, o zamanlar Midilli'de mutasarrıf olan Tireli Galip Ağa ne yapması gerektiğini vilayetimiz valisi Kamil Paşa'dan sormuştu. Kamil Paşa da ona, Babıali'den alacağı talimatı bekleyerek işgal durumunun Fransız filosu kumandanı nezdinde derhal protesto edilmesini önerdi..
"Midilli sorununun memleketin çoğu taraflarında, bilhassa çevre vilayetlerde, herkes tarafından duyulmasından telaşa düşen Sultan Abdülhamid'in bir iradesi derhal Midilli'ye yakın vilayetlere gönderilerek bildirildi. Bu irade, Midilli işgalinin halk üzerinde oluşturduğu etkiyi güya ortadan kaldırmak için duyurulmuştu.Bunda, vilayet dahilinde, köylere varıncaya kadar mevcut olan bütün camilerin, mescitlerin, medrese ve tekkelerin hangilerinin kaç liraya tamir ve ne kadar onarıma muhtaç oldukları sorulmakta ve hemen bir komisyon kurularak keşiflerinin yaptırılması, defterlerinin düzenlenmesi ve gönderilmesi bildiriliyordu.. Bunun üzerine vilayette, sancaklarda, kazalarda, valinin ve mutasarrıflar ile kaymakamların birinci ve kadıların ikinci başkanlıkları altında müftülerin ve bir kısım idare mezlisi ve belediye azalarının dahil olduğu komisyonlar oluşturuldu.. Bu komisyonlara vilayetçe ve mutasarrıflıklarca katipler atanarak işe başlandı. Birkaç ay devamlı çalıştılar. Defterleri düzenlediler, İstanbul'a göndermek için hazırladılar.. Defterler yazılıp bittikten sonra vilayette toplandı. Toplandıktan sonra hepsini içeren genel defter, vali paşanın emriyle katiplerden biri tarafından imza edilmek üzere ikinci başkan ve azalara götürüldü.
"O zaman İzmir müftüsü olan Said Efendi, bu defteri imzalaması için yanına gelen katibe : 'Cami ve medreselerde bu kadar para harcanacağına ve böyle işlerle uğraşılacağına donanma yapılması daha uygun olur,' diyerek defteri imzalamak istememişti.. Sonunda vali paşanın özel olarak evine gönderdiği bir yaver vasıtasıyla defteri mühürlemeye ikna edilmiş ve toplam tutarı çok kabarık bir rakam içeren genel defter İstanbul'a gönderilmişti..
"Bundan sonra birçok imamlar, müderrisler, şeyhler aylarca umutla kendi cami, medrese ve tekkelerinin tamiratı için paraların gelmesini beklemişler ve aylarca, yıllarca bekledikleri halde bundan hiçbir şey çıkmadığını görmüşlerdi..
"Sonradan anlaşıldı ki, bu iradeler sarayın bütün halkı oyalamak ve Midilli işgaline üzülen kamuoyunu avutmak için yapılmış sahte bir önlemden ibaretti !..."
"Bırakın bu toplamı milyonlarca altına mal olacak tamir-onarım masraflarını, memurların maaşından bile ortada eser yoktu !.. 3-4 ayda bir ancak umumi maaş verilebiliyordu. Bu da ancak Sultan Abdülhamid'in ikinci katibi, yakınlarından, İzzet Holo'nun başkanlığında oluşturulmuş maliye komisyonunun emriyle sarf ediliyordu..
"Her tarafta mali sıkıntıdan dolayı maaşlar aylarca verilmeyince, bazı kazalarda mal müdürlerinin ve sandık eminlerinin saldırıya uğradıkları oluyordu. İşte bu sırada İzmir mektupçusu kaleminde şöyle bir diyalog yapılmıştı :
"O zamanlar Mektupçu kaleminde baş müsevvit (müsvedde,taslak yapan katip) Bıçakçızade Hakkı Bey, 3-4 aydır maaşlarını alamayan ve ihtiyaç içinde kıvranan arkadaşlarıyla ne yapacaklarını düşünürken mesalih-i ecnebiye (yabancı işleri) katibi Yakup Efendi gelerek Hakkı Bey'e : 'Üstat, evrak kaleminde vali paşaya mahsus olarak Çine'nin Madran dağlarından getirilmiş birkaç damacana Çine suyu vardır. Bir tanesi açık olduğundan evrak kalemi katipleri içiyorlar. Bana da verdiler bir bardak içtim. Öyle bir su ki, bir bardak içince hemen acıkıyor, iştahınız artıyor, siz de içiniz' dedi. Hakkı Bey de yanıt olarak : 'Arkadaşlar biz 3-4 ayda bir maaş alıyoruz. Bize hemen öyle bir bardakta iştah açacak bir su değil, bir bardak içince üç gün açlık duyurmayacak bir su varsa onu tavsiye et,' diyerek karşılıkta bulundu !.."
Bunlardan Abdülhalim Memduh vilayet tercümanı olarak, Müstecabizade İsmet ise rejide görevliydi. Bir gün bunlar ve daha birkaç arkadaşları, Şair Eşref'in kaymakam olarak bulunduğu Kırkağaç'a gitmişler, şaire misafir olmuşlardı. Şair Eşref filozof bir kişi olmasına rağmen, tutumluydu ve ekonomik olmayı severdi. Konuklarını güzelce kabul etti ve akşama doğru biraz içmek için hazırlattığı masanın başına oturmuş, misafirlerini etrafına toplamıştı.
Yanındaki odacıyı çağırdı ve cebinden bir tane 2 kuruşluk çıkararak odacıya verdi. "Şuradan biraz rakı, peynir, zeytin, domates al getir" dedi. Kapıdan çıkmadan : "Artarsa taze soğan, marul da alırsın," dedi. Bunun üzerine Abdülhalim dayanamayarak : "Gel" diye hademeye bağırmış : "Oğlum, eğer artarsa kendine de bir kostüm alırsın !.."
Dönemin Vilayet Postacısı M. Kamil Dursun, "İzmir Hatıraları" adlı kitabında Sultan Abdülhamid dönemine ait bir anısını da aktarıyor..
"O sıralarda Fransızların İstanbul'da isteklerine göre çözümleyemedikleri bir antrepolar sorunu vardı. Türkiye'deki Fransız yetkililer işin istedikleri gibi olması için Fransız donanmasının Midilli Adasını işgal etmesini istemişler, donanma da Midilli'ye gelmişti..
"Midilli'nin İzmir'e yakınlığı nedeniyle bu haber şehirde yayılınca, halk çok üzülmüştü. Sorunun Babıali ile çözümü günlerdir devam ettiğinden, o zamanlar Midilli'de mutasarrıf olan Tireli Galip Ağa ne yapması gerektiğini vilayetimiz valisi Kamil Paşa'dan sormuştu. Kamil Paşa da ona, Babıali'den alacağı talimatı bekleyerek işgal durumunun Fransız filosu kumandanı nezdinde derhal protesto edilmesini önerdi..
"Midilli sorununun memleketin çoğu taraflarında, bilhassa çevre vilayetlerde, herkes tarafından duyulmasından telaşa düşen Sultan Abdülhamid'in bir iradesi derhal Midilli'ye yakın vilayetlere gönderilerek bildirildi. Bu irade, Midilli işgalinin halk üzerinde oluşturduğu etkiyi güya ortadan kaldırmak için duyurulmuştu.Bunda, vilayet dahilinde, köylere varıncaya kadar mevcut olan bütün camilerin, mescitlerin, medrese ve tekkelerin hangilerinin kaç liraya tamir ve ne kadar onarıma muhtaç oldukları sorulmakta ve hemen bir komisyon kurularak keşiflerinin yaptırılması, defterlerinin düzenlenmesi ve gönderilmesi bildiriliyordu.. Bunun üzerine vilayette, sancaklarda, kazalarda, valinin ve mutasarrıflar ile kaymakamların birinci ve kadıların ikinci başkanlıkları altında müftülerin ve bir kısım idare mezlisi ve belediye azalarının dahil olduğu komisyonlar oluşturuldu.. Bu komisyonlara vilayetçe ve mutasarrıflıklarca katipler atanarak işe başlandı. Birkaç ay devamlı çalıştılar. Defterleri düzenlediler, İstanbul'a göndermek için hazırladılar.. Defterler yazılıp bittikten sonra vilayette toplandı. Toplandıktan sonra hepsini içeren genel defter, vali paşanın emriyle katiplerden biri tarafından imza edilmek üzere ikinci başkan ve azalara götürüldü.
"O zaman İzmir müftüsü olan Said Efendi, bu defteri imzalaması için yanına gelen katibe : 'Cami ve medreselerde bu kadar para harcanacağına ve böyle işlerle uğraşılacağına donanma yapılması daha uygun olur,' diyerek defteri imzalamak istememişti.. Sonunda vali paşanın özel olarak evine gönderdiği bir yaver vasıtasıyla defteri mühürlemeye ikna edilmiş ve toplam tutarı çok kabarık bir rakam içeren genel defter İstanbul'a gönderilmişti..
"Bundan sonra birçok imamlar, müderrisler, şeyhler aylarca umutla kendi cami, medrese ve tekkelerinin tamiratı için paraların gelmesini beklemişler ve aylarca, yıllarca bekledikleri halde bundan hiçbir şey çıkmadığını görmüşlerdi..
"Sonradan anlaşıldı ki, bu iradeler sarayın bütün halkı oyalamak ve Midilli işgaline üzülen kamuoyunu avutmak için yapılmış sahte bir önlemden ibaretti !..."
"Bırakın bu toplamı milyonlarca altına mal olacak tamir-onarım masraflarını, memurların maaşından bile ortada eser yoktu !.. 3-4 ayda bir ancak umumi maaş verilebiliyordu. Bu da ancak Sultan Abdülhamid'in ikinci katibi, yakınlarından, İzzet Holo'nun başkanlığında oluşturulmuş maliye komisyonunun emriyle sarf ediliyordu..
"Her tarafta mali sıkıntıdan dolayı maaşlar aylarca verilmeyince, bazı kazalarda mal müdürlerinin ve sandık eminlerinin saldırıya uğradıkları oluyordu. İşte bu sırada İzmir mektupçusu kaleminde şöyle bir diyalog yapılmıştı :
"O zamanlar Mektupçu kaleminde baş müsevvit (müsvedde,taslak yapan katip) Bıçakçızade Hakkı Bey, 3-4 aydır maaşlarını alamayan ve ihtiyaç içinde kıvranan arkadaşlarıyla ne yapacaklarını düşünürken mesalih-i ecnebiye (yabancı işleri) katibi Yakup Efendi gelerek Hakkı Bey'e : 'Üstat, evrak kaleminde vali paşaya mahsus olarak Çine'nin Madran dağlarından getirilmiş birkaç damacana Çine suyu vardır. Bir tanesi açık olduğundan evrak kalemi katipleri içiyorlar. Bana da verdiler bir bardak içtim. Öyle bir su ki, bir bardak içince hemen acıkıyor, iştahınız artıyor, siz de içiniz' dedi. Hakkı Bey de yanıt olarak : 'Arkadaşlar biz 3-4 ayda bir maaş alıyoruz. Bize hemen öyle bir bardakta iştah açacak bir su değil, bir bardak içince üç gün açlık duyurmayacak bir su varsa onu tavsiye et,' diyerek karşılıkta bulundu !.."
29 Ağustos 2014 Cuma
TRAMVAY VE BİZE HATIRLATTIĞI BİR LEVANTEN AİLESİ..
İzmir'e yeniden tramvay seferlerinin konmasına çalışıldığı günlerde, Hürriyet Ege'de Deniz Sipahi'nin Tayfur Göçmenoğlu'nun kitabından yararlanarak aktardığı yazısını okuyunca, o yazıdan bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istedim.. Levantineheritage.com adlı sitenin fotoğrafları eşliğinde..
Aslında İzmirliler tramvaya yabancı değil. 1800'lerin sonunda Guiffray Ailesi atlı tramvayı İzmir'de kurar. Hem Konak hem de Karşıyaka'da atlı tramvaylar çok tutulur.
Birinci kuşak Guiffray'ların en büyüğü Elie Guiffray, 1849'da doğar. 1871'de Reine Budouin ile evlenir, bir yıl sonra da genç çift İzmir'e yerleşir.
Öncelikle "Göztepe Tramvay Kumpanyası" kurulur. Konak-Reşadiye hattında ve Karşıyaka'da da atlı tramvay çalıştırmaya başlarlar. Elie Guiffray, 1893 yılında Belçikalı bir ortağıyla "Şark Sanayi Kumpanyası"nı kurar. Amacı İngiliz (Hint) mamullerine karşı ciddi bir rekabet oluşturmaktır.. Ayrıca, Aydın sınırları içindeki "Tatar Çiftliği"ni de satın alır ve tarıma da girmiş olur.. Bu çiftlikte büyük bir malikaneleri vardır. Kordon'da şimdi Alman Konsolosluğu'nun bulunduğu bina da onların kışlık malikaneleridir..
Elie Guiffray, İzmir Elektrik Şirketi'ni de kurarak enerji alanında önemli bir yatırım yapar. Önce şimdiki Karataş ve çevresine sonra da Alsancak bölgesine, belirli saatlerde verilmek üzere elektrik getirir.
Ailenin ticari girişimciliği bunlarla da kalmaz ; Aydın-Kasaba (bugünkü Turgutlu) tren yolu işletmeciliği de bu ailenin kontrolündedir..
Elie Guiffray'in 1878 doğumlu oğlu Elzear da babasını aratmaz, İzmir'de yaşayan Levantenler ile Osmanlı ahalisini de aynı çatı altında bütünleştirmeyi amaçlayan bir projeye imza atarak "Sporting Club"ı kurar.. Bu kulübün onur üyesi de İzmir Valisi Rahmi Bey'dir..
Elzear Guiffray'ın, yaz aylarında oturmak için aldığı ev, Katolik Kilisesi'nin hemen arka sokağındaydı. Elzear Guiffray'ın 1930'da, heniz 42 yaşındayken, Cannes'da kalp krizi sonucu ölmesinden bir süre boş kalan bu evi, İzmir Belediye eski başkanlarından Ahmet Priştina'nın babası Derviş Priştina satın almıştı.. Ahmet Priştina da bu evde doğmuştu. Bu tarihi ev, şimdi Ukrayna'nın Fahri Konsolosu Çetin Güvercin'in konutu olarak kullanılıyor..
Vali Rahmi Bey'in 1918'de görevden alınıp sürgüne gönderilmesinden sonra, Kambur İzzet Paşa'nın valiliği sırasında ve İzmir'in işgal yıllarında Guiffray Ailesi sıkıntılı bir döneme girer.. Ailenin ikinci kuşağı Marsilya ve Cannes'a taşınarak oralarda iş kurar. Aile İzmir'de ticari olarak küçülmeye başlar.. Şark Sanayi Kumpanyası'na Türk ortaklar alınır.. İzmir'in kurtuluşundan ve Cumhuriyet'in ilanından sonra oluşan yeni ekonomik ve sosyal statüler Guiffray'ları bu kentten koparır..
18 Ağustos 2014 Pazartesi
KAMİL PAŞA'NIN İZMİR VALİLİĞİ DÖNEMİNDEN ANEKDOTLAR..
Kamil Paşa'nın yabancı devletler konsolosları üzerinde epey nüfuzu vardı. O sıralarda İzmir'in Manisa sancağında ve bazı kazalarında oyun ve konserler vermek üzere Avusturyalı bir kadın oralara gitmişti. Bu kadın sarı saçlı, mavi gözlü, güzel endamlı, işvebaz bir şantöz olduğundan bu kazalarda, bilhassa Alaşehir'de verdiği oyunlarda zengin çocuğu bir takım delikanlıların üzerine düşmeleri ve bu yüzden aralarında rekabet başlamasıyla, bazı nahoş olayların başlamasından korkularak kaymakam tarafından vilayete bildirilmişti..
Bu başvuru üzerine Kamil Paşa Alaşehir kaymakamlığına şuna benzer bir telgraf çekmişti : "Bu oynak karının derhal oradan def edilmesi ve ilk vasıta ile İzmir'e yollanması..."
Bu telgrafı alan Alaşehir kaymakamı da bu Avusturyalı kadını hemen trene koyarak İzmir'e göndermiş, vilayet de kendisini Avusturya konsolosluğuna teslim ederek İzmir'den uzaklaştırılmasını sağlamıştı..
Kamil Paşa'nın İzmir'de bir takım hürriyetperverleri himaye etmesinden ve İstanbul'a karşı her konuda boyun eğmeyerek, ara sıra bazı emirleri gözardı etmesinden dolayı hakkında Sarayın güveni gittikçe azalmaktaydı ve kendisinden doğan şüpheler artıyordu. Bu nedenle vilayetten azli ile Rodos'a sürgünü hakkında bir irade hazırlanmıştı.
Bu işin icrasına o vakit İzmir'de eşkıya takip kumandanı sıfatıyla bulunmakta olan Kara Said Paşa memur edilmişti. Said Paşa o zamanlar Karşıyaka'da oturuyordu ve gündüzleri vapurları görevi başına gelerek akşamları da yine Karşıyaka'ya dönüyordu. O zamanlarda İzmir'de otomobil gibi araçlar bulunmadığı gibi, İzmir-Karşıyaka arasında işleyen vapurlar ve trenler de belirli saatlerden sonra seferlerini kestiklerinden araç bulmak zordu..
İşte böyle bir zamanda bir gece Sadrazam Avlonyalı Ferid Paşa'dan Kara Said Paşa'ya hitaben gelen şifreli telgrafla Vali Kamil Paşa ile ilgili irade tebliğ edilir. Telgrafçılar bu şifreyi Kara Said Paşa'ya götürüp teslim ettikten sonra dönerler. Said Paşa, yanında şifre anahtarı bulunmadığı şifreyi açamaz ve bunu ertesi güne bırakır. Fakat bu telgrafın hazırlanmasından ve içeriğinden haberi olan Kamil Paşa, ertesi gün erkenden İngiltere Konsolosluğuna gider ve orada kalır.
Kara Said Paşa sabahleyin Karşıyaka'dan İzmir'e geldiğinde Kamil Paşa'nın konsoloslukta olduğunu öğrenince telaşa düşer. Onun gösterdiği bu kayıtsızlık görevden azline de neden olur..
Kamil Paşa konsoloslukta günlerce kaldığı için, o zamanlar İzmir'de kumandan olan Tevfik Paşa, Kamil Paşa'dan konsolosluğu terk etmesini rica etse de vali paşa bunu uygun görmeyip bulunduğu yerden Saray ile haberleşmeye başlar.. Bir hafta kadar konsoloslukta kaldıktan ve Saraydan gereken güvenceyi aldıktan sonra İstanbul'a gider, Saraçhanebaşı'ndaki konağında oturmaya memur edilir. Meşrutiyet'in ilanından sonra Kamil Paşa bir iki defa sadrazam olmuştur..
M. KAMİL DURSUN'un "İzmir Hatıraları" adlı kitabından derlenmiştir..
Bu başvuru üzerine Kamil Paşa Alaşehir kaymakamlığına şuna benzer bir telgraf çekmişti : "Bu oynak karının derhal oradan def edilmesi ve ilk vasıta ile İzmir'e yollanması..."
Bu telgrafı alan Alaşehir kaymakamı da bu Avusturyalı kadını hemen trene koyarak İzmir'e göndermiş, vilayet de kendisini Avusturya konsolosluğuna teslim ederek İzmir'den uzaklaştırılmasını sağlamıştı..
Kamil Paşa'nın İzmir'de bir takım hürriyetperverleri himaye etmesinden ve İstanbul'a karşı her konuda boyun eğmeyerek, ara sıra bazı emirleri gözardı etmesinden dolayı hakkında Sarayın güveni gittikçe azalmaktaydı ve kendisinden doğan şüpheler artıyordu. Bu nedenle vilayetten azli ile Rodos'a sürgünü hakkında bir irade hazırlanmıştı.
Bu işin icrasına o vakit İzmir'de eşkıya takip kumandanı sıfatıyla bulunmakta olan Kara Said Paşa memur edilmişti. Said Paşa o zamanlar Karşıyaka'da oturuyordu ve gündüzleri vapurları görevi başına gelerek akşamları da yine Karşıyaka'ya dönüyordu. O zamanlarda İzmir'de otomobil gibi araçlar bulunmadığı gibi, İzmir-Karşıyaka arasında işleyen vapurlar ve trenler de belirli saatlerden sonra seferlerini kestiklerinden araç bulmak zordu..
İşte böyle bir zamanda bir gece Sadrazam Avlonyalı Ferid Paşa'dan Kara Said Paşa'ya hitaben gelen şifreli telgrafla Vali Kamil Paşa ile ilgili irade tebliğ edilir. Telgrafçılar bu şifreyi Kara Said Paşa'ya götürüp teslim ettikten sonra dönerler. Said Paşa, yanında şifre anahtarı bulunmadığı şifreyi açamaz ve bunu ertesi güne bırakır. Fakat bu telgrafın hazırlanmasından ve içeriğinden haberi olan Kamil Paşa, ertesi gün erkenden İngiltere Konsolosluğuna gider ve orada kalır.
Kara Said Paşa sabahleyin Karşıyaka'dan İzmir'e geldiğinde Kamil Paşa'nın konsoloslukta olduğunu öğrenince telaşa düşer. Onun gösterdiği bu kayıtsızlık görevden azline de neden olur..
Kamil Paşa konsoloslukta günlerce kaldığı için, o zamanlar İzmir'de kumandan olan Tevfik Paşa, Kamil Paşa'dan konsolosluğu terk etmesini rica etse de vali paşa bunu uygun görmeyip bulunduğu yerden Saray ile haberleşmeye başlar.. Bir hafta kadar konsoloslukta kaldıktan ve Saraydan gereken güvenceyi aldıktan sonra İstanbul'a gider, Saraçhanebaşı'ndaki konağında oturmaya memur edilir. Meşrutiyet'in ilanından sonra Kamil Paşa bir iki defa sadrazam olmuştur..
M. KAMİL DURSUN'un "İzmir Hatıraları" adlı kitabından derlenmiştir..
19 Temmuz 2014 Cumartesi
İZMİR'DE HALICILIK VE DEPOSU HALA DURAN BİR ŞİRKET...
SYDNEY LA FONTAINE'in Halı Ticarethanesi ve Deposu, Osmanlı İmparatorluğu İzmir'inde FERHANELER BÖLGESİ adı verilen bir alanda bulunmaktaydı.
Bu bölge 19. yüzyıl sonları, 20. yüzyıl başlarında batıdan İkinci Kordon, doğudan Frenk Caddesi, kuzeyden Sarı Sokak ve güneyden ise Arapian Çarşısı'nın arasında kalan bölgeyi oluşturuyordu..
"Ferhane" kelimesinin kökeninin kervansaray ve han gibi yapıların depolarına verilen "barhane" isminden geldiğini bazı araştırmacılar söylemektedir.
Bu bölgede ferhane adıyla anılan yapılar bir pasaj tarzında, tek veya iki tarafında dükkanları olan, iki sokağı birbirine bağlayan dar yapılardı.. İki tarafı kapılarla korunan bu pasajların genelinin üzerleri, ahşap perde veya dükkanların saçakları ile kapalıydı ve bu yüzden de ortam loş olurdu.
Bu yapılara "ferhane" adının verilme sebeplerinden en önemlisinin de bu loş ortam olduğu söylenir...
18. yüzyılda bu bölgedeki ferhaneler arasında bazı hanlar inşa edilmiş ve onlar da depo olarak kullanılmıştır..
1830'lu yıllara gelindiğinde "Sahil Caddesi" denilen sokağın önündeki bazı iskelelerin önleri dolmaya başlar. Rıhtımın 1875 yılında tamamlanmasıyla, bölge denizden iyice uzaklaşarak eski önemini kaybeder.
Rıhtımın inşa edilmesinden sonra ağırlıklı olarak depolama işlemine devam edilen bölgede genelde tütün, kereste, kuru incir, üzüm, palamut, şarap ve halı gibi ürünler depolanıyordu. Bu bölgede İzmir'de halıcılıkla uğraşan önemli kuruluşlardan birisi de, Sydney La Fontaine halı deposu idi..
İzmir'in geleneksel ihraç ürünlerinden biri olan halı, kilim ve seccade dokumacılığı Ege bölgesinin en küçük yerleşim birimlerine kadar yaygınlaşmış bir ev sanayisi tipiydi. Genellikle köylü kadınların el tezgahlarında gerçekleşen bu üretim dalında Gördes, Kula, Uşak, Demirci, Eşme, Takmak ve Milas'tan seccade, kilim ve halılar İzmir'e geliyor ve buradan yurtdışına ihraç ediliyordu. 1860'lı yıllara kadar üretim, Batı Anadolu'da, köylülere sipariş üzerine iş yaptıran Türk tüccarların denetimindeydi. Yabancı sermayenin halı sektörüne girmesi, 1864 yılında İngiliz sermayesiyle başlamıştı. Üç İngiliz tüccar Uşak'ta bazı halı dokuyuculara iplik ve model vererek dokuttukları halıları dışarıya ihraç ettiler. İngilizler yavaş ve sağlam adımlarla sektörde söz sahibi olmaya başlayıp 1880'li yıllarda halıcılığı bölgede tekellerine almışlardı..
Avrupa'da Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan eve iş verme sistemi, Batı Anadolu'da bu sektöre uyum sağlayan bir sistem olmuş, büyük ve sürekli yatırıma gerek göstermeyerek, yüksek karlar sağlamıştı.
Halı üretimini otuz yıl kadar elinde tutan İngilizler, fabrika üretimine geçmek için bile çaba harcamamışlardı. İplik eğirme ve boyama dışındaki birkaç atölye ve küçük fabrika dışında halıcılık, tamamı ile ev sanayisi biçiminde sürüyordu. İngilizlerin bu üretim şeklini geri düzeyde gören bir Avusturya firması (KEUN ve ORTAKLARI) ise 20. yüzyılın başında Uşak'ta bir halı fabrikası açacaktı.. Fabrikanın seksen kadar işçisi vardı ve yılda 12 000 metre halı dokunuyordu. Avusturyalıların işin başında yüksek karlar elde etmesi, yıl içinde on beş adet daha halı şirketinin kurulmasına yol açtı. Bu dönemde Türkler ve azınlıklar, İngilizler kadar bir üretim ve dağıtım ağı kuramamışlardı. Bu firmalar ancak İngilizlerin elinin değmediği yerlerde üretim yapabiliyor ve İngilizlerin fabrikalarından iplik satın almak zorunda kalıyorlardı. Bu durum da maliyetleri yükseltiyordu.
Tekelci durumda olmalarının kendilerine zarar getireceğini anlayan altı İngiliz tüccarı, önlem almak amacıyla, 400.000 sterlin sermaye ile yeni bir şirket kurdular. İşte bu şirket, 1913 yılına gelindiğinde, Türkiye'de halı dokutup ihraç eden tek şirket olarak kalacaktı..
1908 yılında açılan ORIENT CARPET MANIFACTURES LTD. (Şark Halı Fabrikası) adlı bu şirket, altı İngiliz firmasının birleşmesinden oluşmuştu :
1- P. De Andria and Co. (1836)
2- G.P. and J.Baker (1878)
3- Habif and Polako (1840)
4- T.A Spartalı and Co. (1842)
5- Sykes and Co. (1902)
6- Sydney La Fontaine (1880)
İngiltere'de Levant Kumpanyası'nın kurucusu olan ve 1786 yılında İzmir'e yerleşen James La Fontaine'in torunu olan Sydney La Fontaine, 1880 yılında kurduğu firmasının üretim yeri ve depo olarak kullandığı binayı 1895 yılında yaptırmıştır. (Bu bina bugün hala ayaktadır. Alsancak Liman'daki Migros'un arka tarafında, Şehit Fethi Bey Caddesi 1349 Sokak/Çikolata Sokak ve 1347 / Taşçılar Sokakların arasında oto yıkama olarak kullanılıyor.. Ekteki fotoğraflar..)
KAYNAKÇA :
ÇINAR ATAY, "Kapanan Kapılar-İzmir Hanları" ; MELİH GÜRSOY, "Tarihi, Ekonomisi ve İnsanları İle İzmir" ; OSMAN ÖNDEŞ, "Asıl Efendiler, Levantenler"
21 Haziran 2014 Cumartesi
TELEFONDA MUAŞAKA !...
İzmir telefonla 1928 yılında tanıştı.. Telefon daha sonra telsiz ve internette yaşanan "sanal" aşkların, mektuptan sonraki ilk mekanıydı.. Muallim Şövalye Hasan Basri 1915 yılında yayımladığı "Telefonda Muaşaka (sevişme)" adlı kitabıyla belki de Attila İlhan'ın öncülüğünü yapmıştı ("Bela Çiçeği, 1962")
"Meraklısına Not : O yıllarda, özellikle İzmir'de bazı genç kızlar, telefonla beni arardı. Kimisi adını verir, kimisi vermez. Bazısıyla Kültür Park'ta ya da Karşıyaka'daki bir deniz kahvesinde buluşuruz, söyleşiriz. Bazısı 'meçhul' kalmayı yeğler, sadece telefonda söyleşir. Şiir işte bu sonuncu türden bir ilişkinin etkisiyle yazıldı. Kim olduğunu hala bilmediğim o genç kız, en çok da geceleri beni arar, o sıcak, biraz kırık sesiyle, dakikalarca konuşurdu. Ben de konuşurdum elbet. Allah bilir ona neler anlatırdım. Derken, dönüp dolaşıp onun benim neyim olduğu sorusuna takıldık.."
"Sen benim hiçbir şeyimsin
yazdıklarımdan çok daha az
hiç kimse misin bilmem ki nesin
lüzumundan fazla beyaz
sen benim hiçbir şeyimsin
varlığın yokluğun anlaşılmaz
galiba eski liman üzerindesin
nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
dudaklarınla cama çizdiğim
en fazla sonbahar otellerinde
üniversiteli bir kız uykusu bulmak
yalnızlığı öldüresiye çirkin
sabaha karşı öldüresiye korkak
kulağı çabucak telefon zillerinde.. "
8 Haziran 2014 Pazar
ESKİ İZMİR VALİLERİ SERİSİ : ABDURRAHMAN PAŞA...
Halil Rıfat Paşa'dan sonra Aydın Vilayetine vali olan, Germiyanoğullarından ve sadaret kaymakamlarından Abdurrahman Nureddin Paşa, Kasım 1891 ile Mayıs 1893 tarihleri arasında görev yaptı..
Herkesin iş ve güçlerinin zamanında yapılmasını takip ederek ün salmıştı. Aynı zamanda dindar bir zat olduğundan ; İzmir'de birtakım camilerin tamir ve inşasına gayret etmiş, meclis-i idare azasından ve İzmir zenginlerinden Salepçioğlu Hacı Ahmet Efendi'yi bu işlerin başında bir mimar gibi çalıştırmıştır.
Abdurrahman Paşa yetenekli kişileri korur ve bunları yetiştirmeyi severdi. Nitekim Kastamonu'dan Aydın Vilayeti Valisi olarak İzmir'e geldiğinde, sonradan Niğde milletvekili olan, yeteneğini takdir ettiği Hazım Bey'i Aydın Vilayeti Mektupçuluğuna getirmişti..
Abdurrahman Paşa'ya bir gün bir adam dilekçe verir. Ağızdan da işini anlatmak ister. Sözün gelişi : "Efendim, koyunun bulunmadığı yerde.." der demez, Vali Paşa'nın adı aklına gelir ve susar.. Korkmuştur.. Paşa, son derece titiz bir adam olmasına rağmen bu iş sahibini korkutmamak için, "Alt tarafını da söyle, çekinme.. Keçiye Abdurrahman Çelebi derler, değil mi ?.." der. Ve güzellikle adamcağızı işinin ait olduğu daireye gönderir..
Abdurrahman Paşa dairelerde iş sahiplerinin işleri geri kalmasın diye çok dikkatli davranır, bütün vilayet dairelerini denetlerdi..
Abdurrahman Paşa hakkında, "Anadolu" gazetesinde çıkan bir yazıdan, bir anekdot...
Sultan Abdülhamid zamanında, yabancı devlet donanmalarının Çanakkale Boğazından geçip İstanbul'u ziyaret etmeleri "evham-ı şahane"ye dokunduğundan yasak idi.. Bundan dolayı yabancı donanmalar, Padişahın tahta çıkışı (cülus) ve doğuş (veladet) günlerinde ülkenin her tarafında yaptırılan şenlik günlerinde İstanbul yerine İzmir'i ziyaret ederler ve vilayet makamına gelerek tebriklerini sunarlardı.. Aydın Vilayeti Valisi de donanma kumandan ve subaylarına hükumet konağında mükellef balolar ve ziyafetler verirdi..
Vali Abdurrahman Paşa zamanında İngiliz donanması İzmir limanına gelmiş ve Paşa tarafından şereflerine bir balo düzenlenmişti. Baloda hükümdar şerefine şampanyalar içilirken Vali Paşa da bir şampanya kadehi içinde, önceden hazırlanmış, şampanya renginde şerbet içmişti..
Abdurrahman Paşa yabancılarla iyi geçinmek taraftarı idi. O kadar ki, "Frenk üzümü" diyenlere, "Canım başka isim bulun, ecnebiler darılır !.." derdi..
M. KAMİL DURSUN'un "İzmir Hatıraları" adlı kitabından derlenmiştir..
20 Mayıs 2014 Salı
ESKİ İZMİR VALİLERİ SERİSİ : HASAN FEHMİ PAŞA...
Gürcistan kökenli Hasan Fehmi Paşa, 1892-1895 yılları arasında Aydın Vilayeti valiliği görevinde bulunmuştu. Hukuk ulemasından bir zat olduğu için, vilayet kendisinin olgunluk ve kültüründen bir hayli yararlanmıştı..
Toplum bilimi, eğitim-öğretim sistemi ve bayındırlık alanlarında çok çalışmış bir vali idi. Halkın okullara rağbet etmesi konusunda çok teşvik ve telkinlerde bulunmuştu..
Onun valiliği zamanında kısa dizlik ve donlu, şalvarlı köylülerin İzmir'e gelmesi bir emirle yasaklanmıştı. Vali Paşa bu emriyle köylüleri pantolon veya hiç olmazsa o zamanlar "elifi" denilen ve pantolona benzeyen bir elbise giymeye mecbur etmek istiyordu..
Aydın ve Manisa yönlerinden trenle yahut kara yoluyla gelen ve İzmir'deki işlerini görmek isteyen köylüler ; şehirde kısa donla dolaşınca zabıtanın takibine uğradıklarından, kendilerini bundan korumak ve takipten kurtulmak için Kemer ve Basmahane istasyonları civarındaki dükkanlarda köyden giyip geldikleri şalvarları çıkarırlar ve orada kira ile kendilerine verilen pantolon veya elifileri giyerek şehre girerlerdi. İzmir'deki işlerini bu suretle görüp köylerine dönecek olan köylüler, adı geçen istasyonların civarındaki dükkanlarda bıraktıkları şalvarları ayaklarına geçirerek köylerine dönerlerdi !.. Ama bu şekilde hareket etmek çoğuna zor geldiğinden, köylüler yavaş yavaş şalvarı terk ederek pantolon veya elifi yaptırıp giymeye başladılar. Bu suretle vilayet halkında kıyafet değiştirmek mecburiyeti ve göreneği o zamanlar esaslı bir şekilde kendini göstermişti.
Zaten Avrupa çuhalarından bir takım şalvar, cepken ve dizlikler o zamanlar 15-20 altına mal olmakta olduğundan ; Hasan Fehmi Paşa sayesinde köylüler, bir hayli tasarruf ve fayda sağlamış oldular.
Şalvar yasağının uygulaması sırasında bir gün Hasan Fehmi Paşa, Basmahane'deki Kasaba demiryolu istasyonuna uğrar. Vagonlara girip çıkan yolcuları incelerken vagonların üzerinde "edna" (en aşağı), "evsat" (orta) ve "ala" (en iyi) kelimelerinin yazılmış olduğunu görür ve tren direktörünü çağırarak bunların doğru olmadığını, çünkü üzerinde "edna" yazılı vagonlarda yolculuk edenlerin edna insanlardan olmadıklarını, bu yüzden, yolcuların bilet paraları itibarıyla sınıflandırılması gerekiyorsa, bu vagonların üzerine "Üçüncü", "İkinci", "Birinci" kelimelerini yazdırmalarını söyler. O zamandan itibaren vagonların üzerinde bu kelimeler kullanılır, daha sonra da bunlar rakamlarla ifade edilir..
Hasan Fehmi Paşa'nın valiliği zamanında Türk okullarının düzen ve ilerlemesine çok çaba sarf edilmiştir. Kendisi bilhassa genel sınavlarda ve ödül dağıtım törenlerinde bulunur, uzun ama yararlı konuşmalar yapardı. Öğrencilerden sınıfta birinci gelenlere ödül olarak kitap, yazı takımı, saat gibi değerli şeyler verilirdi. İkinciden beşinciye kadar "Zikr-i Cemil" denilen takdirnameler verilirdi. Ders yılı içinde diğer başarılı öğrenciler sırasıyla "aferin", "tahsin" (takdir) ve "imtiyaz" (üstün) varakaları alırlardı. On aferin alanlar bir tahsin ; beş tahsin alanlar bir imtiyaz varakasına sahip olurlardı. İmtiyazları çoğalan öğrencilerin adları okul salonunda asılı "Levha-i İftihar" (gurur tablosu) denilen bir tabloya alınarak öğrenci çalışmaya özendirilirdi..
M. KAMİL DURSUN'un "İzmir Hatıraları" adlı kitabından derlenmiştir..
5 Mayıs 2014 Pazartesi
İZMİR'İN İLK TÜRK DOKTORU...
1888 yılında beş sınıf üzerinden yeni açılan ve sonra, 1890'da yedi sınıfa çıkan İzmir İdadi Mektebi'nin öğretim kadrosunda değerli kişiler bulunmaktaydı. Tabiiye (Biyoloji) ve Hikmet (Fizik) derslerini Türkiye'nin sayılı alimlerinden Mahmud Esad Efendi, Kavanin (kanunlar) dersini ünlü yazar ve avukat Tevfik Nevzat, Fransızca'yı yine ünlü yazar ve romancılarımızdan Uşşakizade Halid Ziya, Edebiyat'ı, edip ve şairlerimizden Bıçakçızade Hakkı, Hıfzısıhha yani Sağlık Bilgisi derslerini ise İzmir'in pek yakından tanıdığı ve sevdiği Doktor Mustafa Bey okutuyordu..
Bunların her biri mesleklerindeki değerlerini kanıtlamış kişiler olduğundan, İzmir İdadisi (Lisesi) tarafından yetiştirilen öğrenciler gerek yüksek okullarda, gerek yaptıkları işlerde daima başarılı olmuşlardır.. Mektebin müdürü olan Abdurrahman Efendi ise, disiplin konusunda İzmir'de sayılmış bir yönetici idi..
Dr. Mustafa Bey, hıfzısıhha derslerinden başka, okul doktorluğunu da yapıyordu..
Doktor Mustafa Bey aslen Ödemiş'in Birgi nahiyesi halkındandı. Askeri tıbbiyeden çıkıp, orduda görevini yaptıktan sonra İzmir'e gelmiş ve sivil doktorluğa başlamıştı. O İzmir'e geldiğinde, kentte hiç Türk hekimi bulunmuyordu. Bütün Türk ve gayrimüslim aileler kendilerini Rum, Ermeni ve Musevi doktorlardan en meşhurları olan Kostanoğlu, Kondolon, Celiyan, Büyük İsak gibi hekimlere tedavi ettiriyorlardı. Dr. Mustafa Bey kısa bir süre içinde, yeteneği ile, bunların arasında yerini alarak şehirde tanınmış ve Türklerden başka, gayrimüslim unsurların da devamlı doktorluğunu eline almıştı.. Diğer doktorlar arasında konsültasyonlar gerektikçe, o da bunların arasında yerini alır ve tıbbi görüşmelere başkanlık ederdi..
Hastalarını bir baba şefkatiyle tedavi eden ve İzmir Memleket Hastanesinde 50 yıla yakın görev yapan Mustafa Bey, İzmir Vilayetinde Türk doktorluğunun öncüsü olmuştur..
Kendisi her gün erkenden hastanesi başındaki görevine gelir, geç vakitlere kadar özenle çalışırdı. O zamanlar İzmir'de Yalılar'da Kordon'da atlı tramvaylar işlemekte idi. Mustafa Bey her sabah evinden çıktığında rastladığı dostlarıyla selamlaştıktan sonra, her gün ilk tramvay seferini yapan sürücü ve biletçilerle işe başladığını söyler, gençlere ve meslektaşlarına doktorluk görevinin önemini ve kutsallığını anlatırdı.. Bir hastayı muayeneye gittiğinde, derhal hastaya kendisinde hiçbir şey olmadığını, boş yere davet edildiğini söyleyerek hastanın ilk görüşte moralinin yükselmesini sağlar, ondan sonra muayene ve tedavisine başlardı..
İzmir Devlet Hastanesi onun zamanında Türkiye'nin en meşhur hastanesi haline gelmiş ve yine onun zamanında, onun gayretiyle ve ülke halkının da yardımlarıyla, eski ahşap hastane yıkılarak yeni hastane (yukarıda) inşa edilmişti..
İzmirliler de, eski belediye başkanlarından, Denizli Milletvekili, merhum Dr. Behçet Uz'un himmetiyle bu büyük doktorun değerini hakkıyla takdir ederek, kendisine bir caddenin adını tahsis etmişler, bir büstünü de o caddenin başına koyarak onu unutmayacaklarını göstermişlerdir..
M. KAMİL DURSUN'un, "İzmir Hatıraları" adlı kitabından derlenmiştir..
26 Nisan 2014 Cumartesi
ESKİ İZMİR VALİLERİ SERİSİ : HALİL RIFAT PAŞA..
Son Osmanlı hükümdarlarından İkinci Abdülhamid'in uzun süre sadrazamlığını yapmış olan Halil Rıfat Paşa, 1885-86 ve 1889-91 yıllarında, iki dönem, Aydın Vilayeti valiliğinde bulunmuştur..
O zamanlar merkezi İzmir olan bu vilayet beş sancağa bölünmüştü : İzmir, Aydın, Saruhan, Muğla ve Denizli.. Merkezde vali, sancaklarda mutasarrıflar bulunurdu. Vilayetin İzmir'e bağlı on, Saruhan'a bağlı dokuz; Aydın, Muğla ve Denizli'ye bağlı beşer kazası ve bir hayli nahiyesi ve köyleri vardı.. Sonraları Torbalı, Nif (Kemalpaşa), Karaburun ve Dikili nahiyeleri de kaza haline getirilmiştir..
Halil Rıfat Paşa, Midhat Paşa'nın Tuna Valiliği sırasında onun mektupçuluğunda bulunarak ; Midhat Paşa'nın vilayet yönetimindeki yüksek vasfı ve yeteneklerinden yararlanmış bir zat idi. Bu sebeple, Manastır ve Sivas valiliklerinde olduğu gibi, Aydın vilayetinde de yol ve imar işleriyle yakından ilgilenmiş ve vilayet dahilindeki yollar onun zamanında yapılmış, ya da geliştirilmiştir. Özellikle İzmir içindeki memleket hastanesi (şimdiki doğum hastanesi) yanında Eşrefpaşa'ya giden ve Mısırlı Caddesi ile bağlantılı olan, bugün de onun adıyla anılan, caddenin yapılması sırasında ; yukarı mahalleler (Değirmendağı tarafları) gelişerek oralarda büyük bir semt meydana gelmiştir..
Halil Rıfat Paşa zamanında şehirde 5-6 tane, beşer sınıflı ilkokul vardı. Bunların üstünde bir Rüştiye (ortaokul) bulunuyordu. Vilayetin merkezindeki bütün eğitim kurumları bunlardan ibaretti. Bir de Midhat Paşa zamanında kurulmuş olan ve o zamanlar yetim ve kimsesiz çocukların öğrenimlerine mahsus bulunan Islahhane, yani şimdiki Endüstri ve Meslek Lisesi vardı (yukarıda)..
Rumların ilk öğretim okullarından başka, lise olarak, Ayafotini Kilisesi yanında "Evangiliki" adında ; Ermenilerin, o dereceye yakın, "Mekitarist" adında bir okulları ve Musevilerin de bizim Rüşdiye'nin karşısında "Alyans Israilit" adında bir okulu vardı. Bunlardan başka Frenklerin Frenk Mahallesinde, Katolik papazlar idaresi altında, "Frerler" ve "Propoganda" adlı okulları vardı..
O sıralarda vilayette defterdar bulunan ve sonra maliye nezareti müsteşarı ve Trabzon Valisi olan Kadri Bey namındaki zatın teşvikiyle, İzmir'de özel olarak önce Namazgah'a ve sonra hastane civarında Miralay Ethem Bey Konağı denilen binada tedrisata devam etmek üzere, "Mekteb-i Terakki" adıyla, kısmen lise sınıflarını da içeren bir okul açılmıştı..
İşte o sıralarda, İzmir'de, hükumet tarafından yine beş senelik bir idadi mektebi (lise) yapılarak açılmış, öğrenime istekli bütün memleket çocukları hemen bu okulu doldurmuştu..
Halil Rıfat Paşa, saray ve İstanbul hükumetince daima kendisinden şüphe edilen, meşhur Midhat Paşa'nın yanında yetişmiş bir zat olmak itibarıyla, eylem ve hareketleri ara sıra Saray'ın araştırma ve gözetimine maruz kalıyordu.. Hatta o sıra İzmir'de Posta ve Telgraf Başmüdürlüğünde bulunan ve Sarayla bağlantı kurmuş olan Aram adında birisi, Halil Rıfat Paşa'nın durumu ve yaptıklarıyla ilgili, Saraya bilgi verir ve karşılığında da bahşişini alırmış.. Paşa da bunu sezdiği halde hiç ses çıkarmazmış..
1891'de İzmir valiliğinden İstanbul'a, dahiliye nazırlığına atandığı zaman bütün vilayet erkanı ile şehrin ileri gelenleri vapura kadar gelip Paşa'yı uğurlamışlar. Aralarında Başmüdür Aram da varmış.. Vapurun salonunda Paşa'nın huzurundan veda ederek ayrılırlarken, kendisinin de hatırdan çıkarılmamasını ve unutulmamasını istemiş. Paşa da "Seni hiç unutur muyum ?.." diye karşılık verince başmüdür bundan müthiş evham ve ızdıraba düşerek evine dönüşünde felç geçirmiş.. Uzun süre tedavi edildiği halde bu illetten kurtulamamış ve görevini bırakmaya mecbur olmuş !..
Halil Rıfat Paşa, gururlu, sakin fakat sırasında da nezaketle lafını şımarıkların yüzüne çarpmasını bilen zarif bir vezir idi..
M. KAMİL DURSUN'un, "İzmir Hatıraları" adlı kitabından derlenmiştir..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)