26 Mart 2013 Salı

BİR KENTİN MİMARİ YÖNDEN KATLİ !...





   İzmir'in Levanten ailelerinden İtalyan Cappadona ailesi kentin geleceğine damgasını vurmuş.. Baba Felice Cappadona sahibi olduğu şapka mağazasıyla ünlüymüş.. 1922 yılı öncesi ve sonrasında satış yapan, Yunanistan'a şapka ihracında bulunan bir firma..  İzmir hipodromunda çekilmiş olan yukarıdaki fotoğrafta en sağda görülen, dişlerini göstererek gülen kişi ise oğlu Mimar-Müteahhit Fabio Cappadonna..
   Alsancak Kordon'daki 26 adet birbirinden güzel Sakız yalısının yerine yapılan apartmanların müteahhidi.. Genelde köşelere yaptığı apartmanlar ve bunlardan elde ettiği güzel kazanç nedeniyle "Mr. Corner" ya da "Bay Köşe" diye anılan Cappadona ilk iki apartmanını 1950'lerin ortalarında dikmiş.. O zamanlar İzmir Belediye Başkanı Selahattin Akçiçek.. İlki, Gündoğdu'dan Konak'a doğru ikinci bina ; ikincisi  de Hilmi Selvili Apartmanı...
   Önceleri Birinci Kordon'da, Gündoğdu'dan Alsancak'a doğru 4 kat (12,80 mt ), birkaç yerde de 5 kat (15,80 mt ) gabari verilir.. 1956 yılında kabul edilen İmar Yasası sonrasında ise apartmanlar başlar..
   Türkiye'de tek evden apartmana geçiş sürecinin birinci dönüm noktası ; 1956 yılında kabul edilen 6785 sayılı İmar Yasası.. 1958'de de İmar ve İskan Bakanlığı kuruluyor..  Sonra da apartmanlaşmayı iyice teşvik eden, 26 Haziran 1965'de kabul edilerek 2 Temmuz 1965 tarihinde yürürlüğe konan Kat Mülkiyeti Yasası ile "cinayet" tescilleniyor !.. 
   Kat maliklerinin ayrı ayrı tapu almalarını sağlayan yasanın getirdiği güvence ile apartman yapımı özendirilir. Bu yasanın ardından 1966'da yürürlüğe giren İzmir Belediyesi İmar Yönetmeliği , yoğunluğun artmasına neden olur..
   İzmir'de çok katlı konut türünde Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'nın izlerini taşıyan tek yapı Anadolu Apartmanı'dır. Şu anda dış görünümünü koruyarak yenilenmekte olan bu apartmandan sonra, İzmir'de betonarme tekniği ile yapılan, büyük ve modern ilk apartman, Karantina semtindeki Hasan Nuri Bey Apartmanı'dır.
   İzmir'de ilk asansör de, Refik İzgi tarafından 1962'de üretilmiştir. İstanbul'daki SCHLIEREN firmasının acentesi olan İzgi, makine ve motorunu ithal ettiği asansörlerin diğer aksamını kendisi üretiyordu.
   İzmir'de asansörün kullanıldığı ilk apartman, Şair Eşref Bulvarı üzerindeki İdil  Apartmanı'dır..  
 
Gülnur Ballice'nin, "İZMİR’DE 20.YY KONUT MİMARİSİNDEKİ DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMLERİN GENELDE VE  İZMİR KORDON ALANI ÖRNEĞİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ" adlı tezinden küçük alıntılar yapılmıştır..


17 Mart 2013 Pazar

İZMİR'İN ORTA YERİ TİYATRO !...


 

   İzmir'de bugünkü anlamda düzenli gösterilerin yapıldığı ilk tiyatro, 1775 yılında, Amatör Tiyatrocular Topluluğu tarafından oluşturulmuştur. Bu grubun temsiller verdiği tiyatro binası, 1797 yılında şehirde çıkan karışıklıklar sırasında yanmıştır. Bu tiyatro hakkında, yaklaşık elli yıl sonra, La Spectateur Oriental Gazetesi, 20 Şubat 1824'de şunları yazmıştır :
"Bundan kırk elli yıl öncesinde, ticaret yaşamının parlak günlerinde, İzmir çok çeşitli eğlence yerlerini  barındıran bir kentti ve bu nedenle Doğu'nun Küçük Paris'i diye anılıyordu. Kentin diğer sosyal ve kültürel kuruluşlarının yanında, tiyatro amatörlerinin parasal katkılarıyla inşa edilip işletilmekte olan güzel bir de tiyatrosu vardı. Bu amatörlerin bir kısmı, yeteneklerini İzmir'in seçkin Avrupalı sosyetesi önünde bizzat sergilemekten de zevk alan kişilerdi.."
   Kısacası ; İzmir'in tiyatro ile tanışması, hele diğer büyük Osmanlı kentleriyle karşılaştırılacak olursa, epey erken tarihlerdedir..
   Gerçekte İzmir'i hiç görmemiş olan bazı Batılı yazarların bile, tiyatro yapıtlarının konularını İzmir'den seçtikleri görülmektedir. Örneğin Carlo Goldani'nin İzmir Emprezaryosu adlı eserinde olduğu gibi.. Oyundaki emprezaryo, tamamen düşsel bir karakter de olsa, olayların İzmir'de geçmesi bir bakıma, kentin o dönemde ulaştığı ünü ve sosyal kültürel düzeyi kanıtlamaktadır.
   İlk tiyatro, yandıktan sonra 1824 yılına kadar zaman zaman Frenk Gazinosu'nda etkinliklerini sürdürmüştür.
23 Aralık 1824 tarihli gazeteler ise, İzmir'in yeni tiyatrosunu tanıtmaktadırlar.. La Spectateur Oriental ; "Philip Octave.. Sayın halkımıza, kendilerine hoş bir eğlence sunabilmek üzere Il Vecchio, Buriato da Un Finto Astronomo Ossia Lo Sposalizio d'un Avocato adlı bir pandomim-bale gösterisi temsil edeceğini duyurmaktan kıvanç duyar.."



   İzmir'de tiyatro etkinlikleri daha çok kış aylarında yoğunlaşmaktadır. Yaz aylarında ise, iklim gereği, yabancılar ve varlıklı azınlıklar çevre köylerine gitmektedirler. Buna rağmen, aşağıdaki gazete haberi, yazlık alanlarda bile gösterilerin devam ettiğini göstermektedir :
Deux Billets" ( İki Bilet ) ve Le Retour Imprevu ( Beklenmeyen Dönüş ) adlı yapıtlar, aslında bazıları Fransızca'ya çok da hakim olmayan genç oyuncular tarafından, olabildiğince iyi temsil edilmiştir. Özellikle 'Beklenmeyen Dönüş'te Mme.Bertrand, alkışlarla karşılanan, çok başarılı ve doğal bir rol yeteneği sergilemiştir.."
   Théatre des Amateurs de Boudja (Buca Amatörler Topluluğu Tiyatrosu) tiyatro grubunun 27 Haziran 1829 Cumartesi günü Buca'da, kalabalık ve seçkin bir seyirci topluluğuna sunduğu gösteriye ait bu haber La Courrier de Smyrne gazetesinin 5 Temmuz 1829 tarihli sayısında yayımlanmıştır..
Kentte tiyatroların ve tiyatro oyunlarının hemen daima gündemde olması, İzmir'e gelen yabancı gezginlerin bir çoğunun da dikkatini çekmiştir. Bunlardan biri, masallarıyla dünyaca ünlenmiş Hans Christian Andersen' dir. 1838 yılında vapurla yapmış olduğu bir gezinin izlenimlerini aktardığı A Poet's Bazaar adlı yapıtında Andersen, kıyıya çıkınca ilk olarak bir tiyatro afişiyle karşılaştığını yazar. Bu, bir Fransız tiyatro trupunun, Les Premiers Amours ( İlk Aşklar ) ve La Reine de Seize Ans ( 16 Yaşındaki Kraliçe ) adlı temsillerinin afişidir..
   İzmir'deki tiyatro etkinliklerinden bahseden bir diğer ünlü yazar da, Gustave Flaubert'tir. 1850 yılında kentte birkaç gün kalan yazar, bu kısa süre içinde Fransız kumpanyası Daiglemont trupunun temsil ettiği Passe Minuit ( Gece Yarısından Sonra ) ve  La Seconde Année ( İkinci Yıl ) adlı oyunları izlediğini gezi notlarında belirtmiştir..
   Yine 1843 yılında, kentte yalnızca bir gün kalabilen Gerard de Nerval, o akşam tiyatroda Donizetti'nin bir operasını izlediğini belirtir..

    
Andersen                      Flaubert                      Nerval

   Gökhan Akçura, "İzmir Şehir Tiyatrosu" adlı kitabında ; 1841 yılında İzmir'de Théatre Euterpe adlı yeni bir tiyatro binasının hizmete girdiğini anlatır.. 1874 yılına ait bir haritanın incelenmesinden, bu tiyatronun o yıllarda var olduğu ve Rue des Roses ( Gül Sokak ) üzerinde yer aldığı anlaşılmaktadır. Dönemin gazeteleri salonun yaklaşık 400 kişilik olduğunu, iki sıra loca, amfiteatr şeklinde bir galeri ve çoğu numaralı sıraların bulunduğu bir parterden oluştuğunu yazmaktadırlar..
   1860'lı yıllarda ise, Théatre de Smyrne ( İzmir Tiyatrosu ) devreye girer. Euterpe Tiyatrosu'nun bulunduğu Gül Sokağın paralelindeki Garbi Sokak'tadır bu tiyatro, bu yüzden de sokak Rue de Théatre (Tiyatro Sokağı) diye adlandırılır.
   "İzmir Tiyatrosu" 16 Kasım 1884'deki büyük yangında yanmıştır. Bu yangından sonra kentte, tiyatro etkinlikleri Apollon Tiyatrosu ve benzeri yerlerde sürdürülmüştür. Bunlardan biri de Alhambra ( Elhamra ) Tiyatrosu olmuştur. Stanboul gazetesinin 9 Haziran 1885 tarihli haberine göre ; bir İtalyan trupu, burada La Traviata'yı temsil etmiştir..
   Stamboul Gazetesi sekiz yıl önce de, 7 Kasım 1877'de, opera oyuncularının, M. Labruna adlı, Mısır'dan İzmir'e gelmiş bir emprezaryo tarafından getirtildiğini, 1878 yılı başlarında da La Favorite ve Ruy Blas oyunlarını temsil ettiklerini de yazmıştır.. Aynı gazetenin 17 Ocak 1878 tarihli sayısı ; İstanbul'un bile böyle bir olanaktan yoksun olduğuna ve bu yönden İzmir'in, sanatsal etkinlikler açısından, çok iyi durumda olduğuna dikkat çeker..



   Yine bu yıllarda Türk halkına yönelik tiyatro etkinlikleri de yavaş yavaş başlamıştır. Efdal Sevinçli'nin "İzmir'de Tiyatro" adlı kitabından ; İstanbul'dan bir Ermeni trupunun, 1862-64 yılları arasında İzmir Tiyatrosu'nda temsiller verdiğini öğreniyoruz..
   Türk halkına hitap eden Türkçe tiyatro gösterileri ise 1880'lerin ortalarından sonra oynanmaya başlamıştır. Bu temsiller, genellikle İstanbul'dan gelen ve oyuncularının hemen tümü Ermeni asıllı olan tiyatro trupları tarafından oynanmaktadır.
   1887 yılında, Ramazan ayı içinde, Bekliyan Efendi'nin yönetimindeki "Temaşa-i Osmani" adlı tiyatro kumpanyası İzmir'de Fransızca ve Türkçe temsiller vermiştir. Aralarında Virgini Karakaşyan ve Şirinyan gibi ünlü kadın oyuncuların da yer aldığı bu trup ; Ango'nun Kızı, Girofle Girofla, Orfe'nin Cehenneme Girişi ve Güzel Helen gibi Fransızca ; Arif'in Hilesi, Pembe Kız, Köse kahya ve Leblebici Horhor Ağa gibi Türkçe oyunları sergilemiştir.
   1894 yılında ise, Birinci Kordon'da ( Bella Vista ), ünlü Sporting Club hizmete girer. Sosyal bir kulüp olmasının yanı sıra düzenli bir gösteri salonuna da sahip bulunmaktadır. 10 Ekim ve 4 Kasım 1894 tarihli Ahenk gazetesinde, Paris'ten bir tiyatro kumpanyasıyla anlaşıldığı ve kulüp salonunda temsiller vereceği yazmaktadır..
İkinci Meşrutiyet'in duyurulmasıyla Osmanlı ülkesinde akıl almaz bir hızla ortaya çıkan siyasal coşku ve bu coşkunun yansıması olan gösteriler, kendisine tiyatro sahnesinde de yer bulmakta gecikmez. Tiyatro, güncel politikanın içindedir artık. Öfkesini, hıncını dile getirmek için oyun yazmak en kolay yol olmuştur. Birbiri ardına Jön Türklerin serüvenlerinden, Abdülhamid'in yaptıklarına ve yaptırdıklarına değin uzanan içerikleri ile yeni yeni piyesler sahnelerde yerlerini alırlar.. Tiyatro artık bir tutkudur ve bu tutkuyu İttihat ve Terakki beslemektedir.. Öyle ki ; yenilikçi, öncü olmak sorumluluğunu yüklenen Cemiyet üyesi subaylar, Türk kadınının topluma katılımını sağlamak amacıyla, İzmir'deki Sporting Club'da, Şubat 1909'da bir gösteri düzenlerler. Amaçları, eşleriyle birlikte bu gösteriyi izlemektir. Ne var ki, kadınla erkeğin birlikte oyun izleyeceklerini duyan tutucu çevreler, kulübün etrafını sararak bunu engellerler !..
   Bütün gösteriler Cemiyet denetiminde seyirciye sunulurken millileşme süreci, Hürriyet ve Türkleşmek sözcüğüyle bütünleşmiş ; yer adlarından topluluk adlarına değin doğal bir akış içinde "Türkleşmek" kampanyası başlatılmıştır. Örneğin Karşıyaka'da Manisalının Tiyatrosu'nda, 8 Temmuz 1909 tarihli Ahenk gazetesi haberine göre, Sahne-yi Hürriyet Türk dram kumpanyası, Kanlı Macera adlı beş perdelik oyunu oynamaktadır..
   Ekim 1909'da İzmir'e gelen Milli Osmanlı Tiyatrosu, İzmir'de ve Karşıyaka'da ilgi çeker. Programlarındaki 31 Mart Vak'a-i İrticaiyyesini Musavver Yıldız'da Bir Vak'a" oyunu, siyasal-belgesel tiyatronun tipik bir örneği olarak seyircinin büyük beğenisini toplar..
   Osmanlı donanmasını güçlendirmek amacıyla açılan kampanyalarda İzmir, tiyatro ve sinematografi gösterilerinde topladıkları paraları İane-i Bahriyye Komisyonu'na gönderir.
   Nihayet, 1911 yılının Nisan ayında, Ahmet Cevdet Efendi yönetiminde, İzmirli gençler bir araya gelerek SAHNE-Yİ BEDAYİ MİLLİ TİYATRO HEYETİ' ni kurarlar. Bu haber, 14 Eylül 1911 tarihli Ahenk gazetesi tarafından verilmiştir..
   1913 yılı Mart ayında, Sahne-yi Bedayi'nin, küçük bir ad değişikliğiyle, İZMİR SAHNE-İ BEDAYİ MİLLİ TİYATRO VE HEVESKARAN HEY'ETİ adıyla ortaya çıktığına tanık oluruz.. İşte bu topluluk, Milli Kütüphane'nin bir parçası olarak, Milli Sinema'nın yapım masraflarını karşılamak amacıyla, 10-11 Mart 1913 akşamları, Beyler sokağındaki Osmanlı Sineması'nda, İzmirli oyun yazarı Melekzade Fuad Bey'in, Edirne Müdafaası yahud Şükrü Paşa adlı "askeri milli dram"ını oynarlar..
  
   1937-38 tiyatro sezonunda, İzmir Halk Evi, Türk Ocağı binası olarak yaptırılan bugünkü İzmir Devlet  Tiyatrosu binasında, amatör tiyatro çalışmalarına Tırtıllar piyesi ile başlar...
  Daha sonra, dönemin belediye başkanı Reşat Leblebicioğlu ve belediye meclis üyelerinin yardımları, rahmetli Avni Dilligil'in çabaları ve kurduğu kadroyla, İZMİR ŞEHİR TİYATROSU, 28 Şubat 1946'da, Strindberg Suçlu mu ? piyesiyle, Kültürpark Sergi Sarayı içinde tiyatro olarak hazırlanan yerde perdelerini açar. Topluluğun dağıldığı 10 Ekim 1950'ye kadar 44 telif piyes oynanır.. Kültürpark Sergi Sarayı'ndaki tiyatro 19 Aralık 1948'de yanınca, 15 Ocak 1949 gecesinden itibaren Halkevi Sahnesi'ne geçer..
   Ekonomik sıkıntılar, yönetim boşluğu ve oyuncular arasındaki anlaşmazlıklar sonucu ; Belediye Meclisi kararıyla, İzmir Şehir Tiyatroları'nın dört yıllık çabası son bulur..
   İZMİR DEVLET TİYATROSU, Muhsin Ertuğrul'un ikinci genel müdürlüğü döneminde, 1956-1957 tiyatro sezonunda açılır....



( KAYNAKÇA ; Rauf Beyru, "19. Yüzyılda İzmir'de Yaşam" ; Efdal Sevinçli, "İzmir'de Tiyatro" )

13 Mart 2013 Çarşamba

KENTİN MUSEVİLER'İ ( 2. Bölüm )

    

   1838 yılında İzmir'de Fransızca olarak yayınlanan  Journal de Smyrne adlı haftalık gazetenin "La Colonie Juive de Smyrne" ( İzmir'de Musevi Kolonisi) başlıklı makalesinde Museviler şöyle anlatılmaktadır : "İzmir'deki Musevi kolonisi bir yandan teokratik bir yönetim altında bulunurken, öte yandan da yasa ve kurallarda, yalnızca sultana bağlı olan bir cumhuriyet sisteminin tüm biçim ve ögeleri izlenebilmektedir. İki belirgin örgüt topluluğu yönetir, görev ve yetkileri paylaşır ; On İkiler Konseyi ya da daha çok 'Komün / cemaat' diye bilinen örgüt ve Din Adamları (Rabun) Kurulu... Tüm uluslarda izlediğimiz yenilik düşüncesinin bu topluluğu da etkilemeye başladığını ve bu nedenle söz konusu ikinci kurulda, bir süreden beri önemli değişikliklere gidildiği görülmektedir. Halen üç üyeden oluşan kurul, temyizi bulunmayan bir mahkeme niteliğindedir. Dinsel ve sivil her türlü anlaşmazlık bu kurula getirilir. Her ne kadar dine ilişkin olmayan durumların Türk mahkemelerine getirilmesi mümkünse de, bu yola çok seyrek gidildiği, ayrıca bu halde suçlunun toplumdan aforoz edilmesi de beklenebileceğinden, genelde kişilerin kendi doğal yargıçlarına, Rabin'lere başvurdukları görülür..
   Komün / Cemaat Kurulu, üç gruba ayrılan on iki üyeden oluşur. Bu gruplardan birincisi, toplulukla Türk yönetimi arasındaki ilişkileri düzenler. Rabinlerden oluşan üçlü yargıç grubunun kararlarını uygulamaya koyan da bu gruptur.. İkinci grup, vergilerin toplanması ve muhtaç durumda olanlara gereken yardımın sağlanmasından sorumludur.  Genel asayiş ve polislik görevi ise, üçüncü gruba düşmektedir. Böylece Komün, topluluğun muhasebe işlerini düzenlemekte ve içinden, gerekli vergiyi Türk yönetimine ödemektedir. Gelir kaynaklarının belli başlılarını ise ; ete, şaraba ve çeşitli tüketim mallarına koydukları vergilerle, özellikle varlıklı kişilerden topladıkları vergiler oluşturmaktadır. Bu konuyu düzenlemek ve varlık durumlarına göre her aileden alınacak vergiyi saptamak üzere her üç yılda bir, değerlendirme komisyonu seçilir..
   Her bakımdan epeyce sefil durumda bulunan fukara sınıfının sıkıntıları çok ilginç bir çeşit yardımlaşma örgütüyle hafifletilmeye çalışılır. Sözü edilen bu kuruluş 'Bicorcholim' örgütüdür. Pek çok yönüyle, İtalya'daki 'Misericorde Derneği'ni andıran kuruluşun ana amacı ; dindaşlarının en acil gereksinimlerini karşılamaktır. Bunlardan biri ağır hastalandığında, yönetim kurulu, kendisine geceleri bakmak üzere her gün üç kişiyi saptar. Bu amaçla en zengin kişilerin de bu göreve seçildikleri görülmekte ve bundan kaçınma yolu bulunmamaktadır.. Kötü beslenme koşulları, zeytinyağı ve tuzlanmış balığı çok fazla yemeleri sonucu, Musevilerde çeşitli hastalık türleri oluşmuştur. Ev hayatları epeyce tekdüze geçer ; işlerden ve ibadetten arta kalan az bir zaman ise, eğlenmeleri için çoğunlukla yeterli olamamaktadır.."

  1856 yılında, bulunduğu İzmir'deki Musevileri şöyle tanımlar George Rolleston : 
"İzmir Musevileri, genellikle uzun boylu ve hemen her zaman açık renk saçlıdır. Genelde açık, çoğu kez mavi gözlü, düz burunlu ve biraz kadınımsı beyaz tenli olurlar. Çehrelerinde bir uysallık ve itaat ifadesi bulabilirsiniz. İzmir'de yoksul Musevilerin durumu, diğer bütün toplumların yoksullarına oranla daha düşkündür. Yaşadıkları evler daha kalabalık, sokakları daha kirli ve gıda rejimleri daha kötüdür. Buna rağmen, İzmir'de kendilerine çeşitli fermanlarda önemli bir takım haklar ve teminatlar sağlanmıştır.  Öyle ki, genelde vergilenme yönünden egemen ırkla yani Türklerle aynı düzeyde tutulur ve onlar tarafından hırpalanmazlar. Buna karşılık, Rumların, Türklerden gördüğü her hakaret ve her eziyet, bunlar tarafından adeta Musevilere aktarılır ve bu nedenle de, özellikle dinsel heyecanların kabardığı dönemlerde, bir Musevi için, Rum mahallesi yakınında dolaşmanın güvenli olduğu pek söylenemez !.."      
  

2 Mart 2013 Cumartesi

ESKİ KABADAYILAR !..

     

   18.yüzyıl ortalarında İzmir kentini tehdit eden bir olay vardı : Sarıbeyoğlu Olayı...
   Fransa Konsolosluğu kayıtlarından aktarılan belgelere dayanılarak derlenen anlatımda ( Ömer Sami Coşar, "Fransa'nın İzmir Dosyası" ) Sarıbeyoğlu Mustafa'nın Denizli'nin önde gelen ailelerinden bir ağa olduğu, ancak Aydın paşasının haksız ve yakışıksız davranışlarına uğraması üzerine 200-300 adamıyla dağa çıktığı, paşanın Babıali'ye başvurarak Sarıbeyoğlu'nu asi ilan ettirdiği, üzerine asker gönderildiği, bu arada adamlarını 800-900 civarına çıkaran ağanın, üzerine gelen devlet güçlerini yendiği ve daha da güçlenerek vilayeti haraca bağlamaya başladığı anlatılmaktadır. 1738 yılının 25 Mart'ında, ağanın İzmir'e geleceği ve kenti yağma edeceği haberi gelmiştir. Burada, Fransa Konsolosunun mektubundan bir bölümü aktaralım :
"Kentte korku öylesine büyümüştü ki, bütün Frenk tüccarlar ve İzmir'in ileri gelenleri, körfezde bulunan 40 kadar gemiye ailelerini, servetlerini, evlerinde değerli ne varsa nakletmişlerdi. Bu gemilerin 26'sı Fransız yelkenlileriydi. Gemilerimizde yer bulamayanlar, günlüğü 3, 4, hatta 5 kuruşa sandallar kiralayarak açıktaki gemilerin arasına sığındılar.."
   Bunu izleyen 28 Mart günü kentin çevresinde Bornova, Narlıköy, Hacılar ve Kavaklıdere köylerinde yabancılara ait bütün evler yakılıp yağma edilmiş, Seydiköy ve Buca'da İngilizlerin evleri yıkılmıştı..
   Sarıbeyoğlu'nun daha sonra aradaki uzlaşma gereğince, kendisine 30 kese para ödenmesi üzerine İzmir'den içerilere çekildiği, ancak, tarımsal alanlardaki ürüne el koyduğundan kentte kıtlık tehlikesi baş gösterdiği, buğday fiyatlarının alabildiğine yükseldiği anlatılmaktadır. Kervan yolları kesilmiş, kentte ticaret yaşamı hemen hemen durmuştu. Sonunda Osmanlı ordusu harekete geçmiş, Sarıbeyoğlu yenilgiye uğratılarak öldürülmüştü..
   Kentte, çoğunluğu yabancılardan olmak üzere, koruyucu bir sur yapımı için para toplanmış, ayrıca, yabancı tacirler ve konsoloslarca, toplarla donatılmış sağlam giriş kapıları inşası için parasal katkılarda bulunulmuştu.
   Frenk caddesinin güvenliğini sağlamak üzere dört büyük kapının inşa edilmesine ilişkin bir projenin finanse edilmesi, hatta inşaatına başlanması da, yabancıların kendilerini korumak için yaptığı işlerdendi..
   Fransa Konsolosunun görüşü şöyleydi : "Kent içinde güvenliği sağlamak için Müsellimin emrinde 10-12 yeniçeri var. Kente yetmeyen bu kuvveti dışarı göndermesi mümkün değil. İngiltere Konsolosu ile de görüştüm. Tek çare, İzmir'e bir paşanın atanmasıdır. Biliyoruz ki, paşa ve askerlerin gelmesiyle halk ve bizler üzerindeki vergi ve bağış baskısı artacaktır. Ama, her şeye rağmen tüccarlar buna razıdırlar.."

   1950'li yıllarda ise, kentin belirli bölgelerinde egemenlik kurmuş ünlü kabadayılar vardı. Bu dönemin kabadayıları, yanlarında adamlarıyla dolaşan, genellikle ayakkabılarının arkasına basan, ceketlerini yana atan ve tespih çeken tiplerdi.
   Menemen ve Karşıyaka, Menemenli Bahri'nin ; Karşıyaka'nın bir bölümünden başlayarak Basmane'ye kadar olan bölge, Bayraklılı Fethi'nin ; Bornova bölgesi "Dilsiz" Recep'in ; Tepecik, "Boşnak" Vehbi'nin ; Eşrefpaşa, "İmanım" Mehmet Ali'nin ; Basmane ve Konak ise, "Baunaki" Yaşar adında bir tüccarın egemenliğindeydi...
   Halkın bu kabadayılardan şikayetleri olduğundan, 1950'lerin başlarında Emniyet Müdürü olarak görevlendirilen Halim Saatçi, bir genelge yayınlayarak önce kabadayıların giyim kuşamlarını değiştirmeye çalışmıştır.
   Ayrıca, yeni Emniyet Müdürü, bu genelgeye uymayanları kendi yöntemleriyle cezalandırarak onları etkisizleştirmiş, olaylar azalmıştır..
   Kabadayıların bu dönemde Emniyet Müdürü tarafından cezalandırılma biçimleri, pek çok kişi tarafından hatırlanmaktadır. Suç işleyen kabadayılar polis arabasıyla Belkahve'nin ilerisinde indirilip buradan İzmir'e kadar yaya yürümek zorunda bırakılırlardı. Hatta işledikleri suç ağırsa, buraya çıplak olarak da bırakıldıkları, döneme tanıklık etmiş olanlarca anlatılmaktadır..
   Bu yıllarda bazı lakaplar taşıyan ve herkes tarafından bilinen ünlü sabıkalılar da bulunmaktadır. Dönem dönem dolandırıcılık, uyuşturucu kullanma gibi suçlardan yargılanan "Fırıldak Ömer" gibi.. Ayrıca, "Alsancak Vampiri", "Bayındır Canavarı" diye adlandırılan sabıkalılar da vardı...

 

   Bu kabadayıların sonunda düştükleri Konak'taki eski cezaevinin, gerek çok işlek bir yerde olması ve gerekse çarşıya çok yakın olması, bazı olumsuzluklara yol açmaktaydı. İlçe Jandarma Komutanlığı, cezaevinin hemen yakınında olmasına karşın, zaman zaman tutuklular buradan kaçabilmekteydi. Ayrıca kaçağın hemen kalabalığa karışabilme şansına sahip olması, cezaevi görevlileri ve jandarmanın müdahalesini engelleyebilmekteydi..
   Böylece 1953 yılında Buca Cezaevi'nin ihalesi yapılmıştı. Cezaevinin planı, Amerika'nın ünlü Sing Sing Cezaevi planına uygun olarak çizilmişti.
   Buca Cezaevi'nin inşaatı sürerken, tamamlanmış olan bölümler kullanılmaya başlanmış ve 1959 yılı Ağustos ayında Konak'taki tutuklular buraya taşınmıştı. Konak Cezaevi'ndeki 705 tutuklu, yeni cezaevine ESHOT otobüsleriyle taşınmış ve on saatlik bir çalışma sonunda taşınma işlemi tamamlanmıştı..
   12 yıl kervansaray, 196 yıl da cezaevi olarak kullanılmış olan eski cezaevi boşaltıldıktan sonra binanın tarihi anahtarı, 29 Ağustos 1959'da, Maliye'ye teslim edilmiş ve hemen ardından da yıkım işlemi başlamıştı..