1 Mayıs 2016 Pazar

KARŞIYAKA'NIN BALKONLARI !....



"Si muero, 
dejad el balcon abierto.."

"Ölürsem, balkon kapısını açık bırakın"...  Yıllar evvel Lorca'ya ait bu dizeleri okuduğumda boğazıma bir şey düğümlendi. Neden olduğunu bilemedim. Bunca yıl da bilmedim. Şiiri unutmuş gitmişim. Ne zaman ki bize Karşıyaka'yı anlat dediler, birden hatırladım. Ve anladım. Oradaki en güzel kelime "balkon" idi, beni sarsan oydu..
Yazın sokaklar klima motorlarına, onların kustuğu sıcak havaya teslim olmadan evvel Karşıyaka'da balkonlarda yaşardık biz. Her şey sabahları yatak döşeğin yerden kaldırılıp balkonun bir güzel yıkanmasıyla başlardı. İzmirli kadın üzerine bol bir elbise, elinde çalı süpürgesi, birbirine kısa bir merhabadan sonra taşlarını, fayanslarını yıkardı. Sonra kuru bir havluyla üzerinden geçmek adettendi. Çünkü birazdan kahvaltı yapılacaktır orada, sabah saatlerinin güneşi o kadar etkili değildir, kurumasını bekleyemez..
Alt kat, üst kat, yan daire, çaprazı, herkes kahvaltıda.. Ortalıkta nefis bir salatalık kokusu. Belki bir çingene salatası. Çok beklemeye gerek yok, Karşıyaka'nın gevrekçileri müşterisini mağdur etmez. "Gevrek var, boyoz var, sıcak sıcak.." Takkeli amca bizimkisi. Biz onu bekleriz. Sallarız sepetimizi, alırız gevreğimizi. Evde illaki boyoz isteyen iştahlı bir delikanlı olur. Peki, sen de onu ye madem..Masada bir eksik mi var ? Önemli değil.. Yakın balkonlardan birinde muhakkak bir akraba vardır. Teyze olur, amca olur, hala olur..Dip dibe otururuz biz. Bir evden misafir dağılır, apartman kapısından çıkan olmaz !..
Kahvaltı bitti mi kahve zamanı. Hah işte, şimdi mesele bu.. Kimin balkonunda içilecek ?..Güneşin konumu önemli. Gölgenin peşinde koşan bir milletiz. Rotasyonumuz var.. Bir gün o kapı, bir gün diğeri.. "Küçük Avcı" kahvesi her evin baş tacı. Çarşıya gideriz onun için, öyle bakkalda çakkalda filan bulunmaz. Taze değilse hiç olmaz. Evin hanımı iki tane üst üste içse yeri. Ne de olsa bir akşamdan kalmışlık hali var. Ama durun, oraya sonra geleceğiz..
Öğlenleri "mıh" gibi kaparız balkon kapılarımızı, kendi kaderlerine terk ederiz. Sıcak. Daha da sıcak olacak.. Her Karşıyakalı günde bir kez söyler bu sözleri.. Çoğunlukla kimin şarkısı olduğunu bilmeden.. Evin içi mümkün mertebe -genelde panjurlarla- karartılır, ev halkı zorunlu uykuya .. Dışarıda kaynar sıcak var derler. Sokaklar bomboş. Zoraki uykusever oluruz..
Ama saat altıyı geçti mi açılır o kapılar, birden sokaklara ses yayılır. Haydi bakalım, bir kez daha yıkanır balkon, taşlar serinler. Öğleden sonra çayı olur, kahvesi olur, birer gevrek daha belki, yenilir içilir, ama bunların hiçbir önemi yoktur. Çünkü Karşıyaka balkonları her akşamüstü düğüne hazırlanır gibi geceye hazırlanır. Masalara beyaz örtüler, kayık tabaklarda mezeler, anne babalara rakı bardakları, çocuklara meşrubat, bazen bira.. Her şey hazır olduktan sonra en son televizyonlar çevrilir. Karşıyaka'da televizyonlar sırtını hep balkonlara vermiştir, bir hareketle yön değiştirir. Akşamları sokaktan geçerken sağa sola bakarak yürüyenler zamanın tek kanalında oynayan bir filmi pekala baştan sona takip edebilir. Rakının yanında güzel giden bir başka meze de o televizyon muhabbetidir. Şahsen masadan ikişer kadeh içilmeden kalkıldığını ne gördüm, ne işittim. Ama tek çizgide yürümek icap ederse Karşıyaka kadını da erkeği de onu becerir..
Geç oldu mu, yatma vakti geldi mi genelde evin çocukları mızıldanır. O sıcakta evin içinde uyanmaz ki. İşte sabahları fazladan iş çıkartan o yatak döşek o zaman serilir. Hiç olmadı koltuğun minderleriyle idare edilir. Üzerine serin bir çarşaf, bir de pike.. Ama bir dayı, büyükçe bir kuzen, o çocukları baştan çıkartacak biri muhakkak vardır. Yanlarına uzanır. Gidin mutfaktan bakır tencereleri alın. Tencereler karnın üzerinde ters çevrilir, üzerine vurula vurula "Yıldızların Altında" söylenir... Biraz da astronomi dersi.. Karşıyakalı çocuk Büyük Ayı'yı, Küçük Ayı'yı yattığı yerde öğrenir..
Taş çatlasın o on metrekare dünyaya bedel..  Belki bugün terk edilmiş. Günde bir kez yıkanıyor.. Ama benim için hep aynı..
"Si muero, 
dejad el balcon abierto.."



(ASLI PERKER'in "YAZARLARIN MUHİTLERİ /KARŞIYAKA İZMİR" başlıklı yazısından alınmıştır..)

28 Şubat 2016 Pazar

TARIK DURSUN K. İLE ESKİ İZMİR'İ YAŞAMAK..

   

Konak Belediyesi tarafından çıkarılan emsalsiz bir dergi getirdi büyük oğlum ve çok sevdim.. KNK/Kent Yaşam adlı dergiden,Saadet Erciyas Hanımefendi'nin bir yazısını paylaşmak istiyorum ve izinsiz alıntıladığım bu güzel yazı için hem özür diliyorum, hem de teşekkürlerimi sunuyorum ..



Eğer İzmir'de yaşıyorsanız ve hala bir Tarık Dursun K. kitabı okumadıysanız, eski İzmir'e ilişkin hikayeniz eksik kalmış demektir. "Neden O'nun bir kitabını okumalıyım ?" derseniz işte size yanıtım :
Tarık Dursun K.'nın kitaplarında çocukluğunuzun İzmir'ini anımsayacaksınız. İzmir'in bitmek tükenmek bilmeyen yokuşlarını (Deve Çıkmazı'nı, Patlıcanlı Yokuş'u ya da Yangın Yokuşu'nu) çıkacak, soluk almak için durup dinlendiğinizde arkanızda "şak şaka içindeki" eşsiz körfez manzarasını göreceksiniz.
Kapılarda oturup karpuz çekirdeklerini çitleyen, saçları ensesinde topuz yapılmış Musevi kadınlara bir selam göndereceksiniz. Musevilerden bu kente kalan yoksul işi sabah yemeği boyozdan atıştırıp "dehşetengiz" tadıyla subye içip içinizi ferahlatacaksınız.
Susadığınızda köşebaşlarında akan çeşmelere ağzınızı dayayıp kana kana doğal kaynak sularından içeceksiniz. 
İzmir'in kokularını çekeceksiniz içinize. Sarıkışla'dan söz ederken postal kokusu, Kemeraltı'ndan geçerken Gizli Çiçek, Altın Damlası kolonyasının kokusu sarıverecek her yanınızı.
Sokaklarda, evlerin kapısı açıldığında bahçelerde turunç, incir ağaçları, kapılarda yaseminler karşılayacak sizi. Yaseminleri toplayıp çam ağaçlarının iğneli yapraklarına geçirecek, çam demetlerini, yarım bardak suyla dolu bir çay bardağının içinde masanıza koyacaksınız.



Ne Alsancak'a, ne Karşıyaka'ya benzemeyen, Ali Reis Mahallesi'nin sokaklarına dalacaksınız. Daracık, iç içe geçmiş sokaklarda kaybolacaksınız. Eşsiz İzmir manzarasına sahip evlerinin teraslarında, havagazıyla aydınlanan sokakların ışıklarını sayacak, gece gökyüzündeki yıldızları seyredeceksiniz.
Konak Meydanı'nda, Valilik binasının mermer merdivenlerine oturan geniş şalvarlı, koca memeli, başlarında kenarı çiçek oyalı tülbentleri, bembeyaz dişli Roman kadınları gülerek mis kokulu kırmızı karanfil, demet demet nergis uzatacaklar size.
Sıcak yaz akşamlarında sinemaya koşacaksınız ailecek. Tahta sandalyelerde oturup, elinizde çiğdemler, serin gazozlar, bir hayal aleminde dolaşacak belki "aşki", belki kovboy filmleri izleyeceksiniz saatler boyu.
İzmirlinin daha hoşgörülü, İzmir caddelerinin daha sakin, sokakların daha az kalabalık, daha temiz, komşuluğun daha içten, dostlukların daha uzun ömürlü, paranın kalpleri bugünkü gibi satın almadığı, kentin denizle daha iç içe olduğu yıllara uzanacaksınız.
Arap Fırını'ndan sıcak boyoz alıp, Garry Tobacco'nun tütün fabrikasına doğru yol alacaksınız yavaşça.
Kemeraltı'nda unutulmaz Yasef Usta'nın meyhanesine uğrayıp Göztepe'nin yağlı marulları eşliğinde sunulmuş balıklardan yiyeceksiniz. 
Takvimlerin sayfalarını geriye çevirirken, İzmir'deki değişimi de şaşkınlıkla izleyeceksiniz. Kapı önlerindeki kadınları, havada uçuşan kahkahaları, pencerelerdeki sardunyaları, bahçelerdeki turunç ağaçlarını arayacaksınız. 
Eşrefpaşa'dan yokuşu çıkan tütüncü, incirci, üzümcü kızların takunyalarıyla çıkardığı yoksulluğun senfonisini duyacaksınız hüzünle.
Tarık Dursun'un anlattığı yokuşlara, sokaklara, çıkmazlara bakıp bugün, o günlerden izler arayacaksınız bir bir.
Ortak sevdamız olan kentin ortak geçmişine yolculuk yapacaksınız. Kendinizi okuyup bu kentin geçmişteki güzelliklerine bir kere daha hayran kalacak, özlem duyacaksınız.
"İzmir zengin bir aşure. Her şeyi bol. Kendi kendine ya da aşurenin içinde yer alan insan topluluklarının birbirine inanılmaz derecede saygı duyduğu.. Bakın şimdi farkına varıyoruz. Biz o zamanlar Arnavut, Boşnak, Musevi, Kürt, Sırp, Rum, Çerkes hep bir arada yaşıyoruz," diyen yazarın sözlerini "Peki ya şimdi böyle miyiz ?" diye sorgulayacaksınız.



Tarık Dursun K.'nın kaleminden eski İzmir'i okumak size de iyi gelecek.
Eminim siz de bu kente teşekkür edeceksiniz... En sıkıldığınız anlarda on dakikada yeşilliklere, kuş seslerine ya da denizin tatlı esintisine kavuşabilecek kadar doğal, her dem taze, her dem genç bir kent olarak kalmayı becerebildiği için. Kışın en soğuk günlerinde kokusuyla içinizi ferahlatan nergisleri, sümbülleri için.. İçinize renkleriyle coşku veren radikası, arapsaçı, şevket-i bostan, turp otu, filizi için.. Pazaryerleri için.. Yıllar boyu her gelen yerel yöneticilerin büyük işler yapıyormuşçasına altını üstüne getirmesine karşın hala orijinalliğini korumayı başarabildiği için.. Havra Sokağı, Kemeraltı, Mezarlıkbaşı, Konak Meydanı için.. Aldığı göçlerle deformasyona uğrasa da yitirmediği hoşgörüsü, misafirperverliği ve diyaloğu için.. Adım adım dolaştığınızda eski sokaklardan aldığınız sakız kokusu, dostluk kokusu, insanlık sevgisi için.. Amazon kadınlardan el alan güçlü anneleri, dik duruşlu genç kızları, çalışkan kadınları için.. İZMİR AH ! diyeceksiniz.



26 Mayıs 2015 Salı

ADA GAZİNOSU...

    

Gazeteci Özdemir Hazar, 26 Temmuz 1987 tarihli "Yeni Asır" gazetesinin Pazar magazin sayfalarında yer alan "Fuar'da Maziye Bak !" başlıklı yazısında, "1936'da Kültürpark açılıncaya kadar, İzmir'de pek öyle ahım şahım gazino-müzikhol yoktu. Kültürpark ile birlikte İzmir'e canlılık geldiği kesin. Kültürpark'ın ilk gazinosu da Ada Gazinosu'dur," diye yazar..
Ada Gazinosu'nun fiziki anlamda kuruluş biçimi de ilginçtir. Bu kuruluşun tanığı olan gazeteci Haluk C. Tanju, gazinonun kuruluş öyküsünü, zamanının aylık kültür sanat dergisi "Bakış"ın Ekim/1982 tarihli sayısında şöyle aktarır :

"1934 yılında, Sürmene Kaymakamlığından, o zamanki İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından İzmir Belediyesi'ne nakledilmiştim. İzmir'e geldiğimde, Dokuz Eylül Panayırı daha bugünkü Atatürk Heykeli'nin hemen arkasında küçücük bir yerdi. İzmir Belediyesi'nde, emsalini çok az gördüğüm, Belediye Başkanı Sayın Dr. Behçet Uz (üstte), beni Harita Şubesi Müdürü Mustafa Bey'in yanına atamıştı. 
"O zamanki Harita Şubesi'nde bir de Mustafa Bey gibi mimar olan Cahit Bey, Behçet Bey'in heyecan ve gece gündüz uykusuzluklar içinde gerçekleştirmeyi düşündüğü Enternasyonal Fuar'ın planları üzerinde korkunç bir enerji ile çalışıyordu. Bir Fuar komitesi kurulmuştu. Ben de bu komitenin yardımcılarından biriydim. Başta Behçet Bey olmak üzere hepimiz şevk ve inançla bu işe sarılmıştık. Bizlerin etrafını çeviren diğer yardımcılar ; hamalından, duvarcısından, kerestecisinden tutun, elinden her türlü iş gelen binlerce insan bu seferberlikte hem kafasını ve hem de bedenini acımasızca çalıştırıyordu. Ve bu hal gece gündüz devam ediyordu..
"Hiç unutmam.. Behçet Bey ve Cahit Bey ile , yapılması gereken büyükçe bir havuzun yeri kazılmakta iken seyrediyorduk. Kazı sırasında bir problem belirmişti : Buradan çıkacak binlerce ton toprak hangi araçla ve nereye nakledilecekti ?.. Behçet Bey ile beraber hepimiz donmuş bir vaziyette düşünüyorduk.. Çünkü ne yeterli kamyon vardı ne de ekskavatör.. Çıkan toprak ve taşlar binbir zorlukla at arabaları ile arka taraflara taşınıyordu ama, istenilen büyüklükte bu havuzdan çıkacak bu kadar büyük bir toprağı ne yapabilirdik ?..
"Yanımızda bu molozları taşıtan rahmetli Kürt Niyazi (Ersoy) adındaki vatansever, 'Hele bir durun Reis Bey' dedi, 'havuzu daha geniş tutsak da, toplanan toprağı ortaya yığıp bir ada yapsak..'
"Fikir çok beğenilmiş ve Behçet Bey'in de, Cahit Bey'in de yüzleri gülmüştü. Proje hemen işleme konulmuş ve bugünkü Ada Gazinosu böylece gerçekleşmişti.. 
"Dediğim gibi, binlerce insan , hangi klasa düşerse düşsün, İzmir Enternasyonal Fuarı'nı gerçekleştirmek için böyle çırpınmıştı.. Hatta orada çalışan atlar bile rahat yüzü görmediler ve anılarına heykelli bir de çeşme dikildi, Fuar'da.."


1 Ocak 1936.. Bugünkü Fuar yerinin açılış töreni..



LÜTFÜ DAĞTAŞ'ın "İzmir Gazinoları" adlı kitabından derlenmiştir..    

13 Mayıs 2015 Çarşamba

"İZMİR HİKAYELERİ"...

    

1866 İstanbul doğumlu Halid Ziya Uşaklıgil, 1878-1890 yılları arasında yaşadığı İzmir'i ve 1945'deki ölümünden az önce kenti son kez ziyaret ettiğinde tanık olduklarını ilk basımı 1955 yılında yapılan "İzmir Hikayeleri" adlı kitabında anlatır..
Öncelikle sübyeyi bilir misiniz, adını hiç duydunuz mu, ondan söz etmek isterim.. Sübye, gerçekten İzmir'in Kordon'uyla, Kemeraltı Çarşısında bugün bile hala aniden karşımıza çıkıveren, sokak satıcıları eliyle satılan, erik, badem ağaçlarının çiçekleniverip de, çiçeğinin kısa sürmesi gibi anlık var olup yiten doyumsuz, vücuda yararlı, ama bilenlerin bildiği bir içecektir. 
Uşaklıgil, kitabının "Güzel İhsan" bölümünde "sübye"yi ve "demirhindi"yi şöyle anlatır :

" .. Ve iki tür şerbet de İzmir'in özelliklerindendi. Hele kavun çekirdeklerinin ezilerek un haline getirilmiş olmasından süzülerek yapılan sübyeye bayılırdı. Bu şerbetin bir de büyük ustası vardı ki onun için 'çocukken İslam dinine geçmiş bir Musevi' derlerdi. Çok yakışıklı, uzun boylu, gür sesli bu adamın çarşılarda : 
- Buzzz !.. Var mı dişlerine güvenen ?
diye yanı yöreyi çın çın öttüren sesi işitilince, her dükkandan :
- Abdullah, buraya gel !
çağrıları duyulurdu. O, hiçbir çağrıyı kaçırmaz, iki koluyla kucakladığı parıl parıl parlayan, tepesinde bir ay-yıldız, üzerinde küçük döner fırıldaklar dizilmiş zincirciklerle güzel güğümünü bir küçük hamleyle biraz öne çevirirdi. Musluğundan süt gibi sübyesiyle bir koca bardağı doldurup onun peşin zevkiyle yutkunan müşteriye sunardı. 
Güzel İhsan, bu sübyeyi Abdullah'a rastlamış olursa o gün her zamankinden daha çok mutlu olurdu. Ara sıra demirhindi ya da sübye onu doyurmaktan çok, acıktırmış olurdu.."



1800'lü yılların sonunda, rıhtımdaki Kraemer Gazinosu'nda, Güzel İhsan kendisine nasıl bir ziyafet çekerdi ? Uşaklıgil, bununla ilgili de kitabının aynı bölümünde şöyle yazar :

"O gün kesesi de dolgunca ise rıhtımda Kraemer Gazinosu'nda kendisine bir şölen çekerdi. Bu, kanlı kanlı, az pişmiş, fazla yumuşak, etrafında patates, Brüksel lahanacıkları, üzerinde iki tane tavada yumurta ile, bir fileto ; bol domates salçalı, parmasan peynirli bir makarnadan oluşurdu.. Bunu başka yerde bulamayacağını biliyor, inanıyordu. Güzelce karnını doyururken bir yandan da bu nefis yemeği son derece soğuk büyük Draher birasıyla suladıktan sonra -bu alafranga düzene uygun olsun diye- bir de yaprak sigara yakardı.."

İzmir'in çarşılarında daha neler yenir içilirdi ?.. Kemeraltı'nda gözleme, omleti andıran bir tür katmer.. Şadırvan Camisi yakınında "tandır kebabı" adıyla fırında pişirilen, yufkaya sarılmış kuzu eti.. Üzerine iri zeytin taneleri sıralanmış bembeyaz köpük halinde müşteriye sunulan havyar ezmesi.. İri boyda temizlenmiş, bol limonla zeytinyağına yatırılmış, rendelenmiş soğan, kırmızı turp, marul göbeği, yeşil zeytinle süslenmiş, bembeyaz francala ekmekle yenilen sardalya balığı.. Ve dahi yine İzmir'le ünlü, adıyla dahi ağız sulandıran, şişte yapılmış dil balığı..

    

Halid Ziya Uşaklıgil'in kitabından, "Güzel İhsan"ın yemek turuna devam edelim..

"Eğer o akşam Pala Tevfik ve onun gümrük memurlarından olan arkadaşları Salim ve Cemal ile buluşmak imkanı varsa sorun yoktu. Onların her zaman pek dolgun, türlü mezelerle pek zengin sofrasına damlayınca kendisine düşünülecek bir şey kalmazdı..
Eğer o akşam yalnız başına kalacaksa o zaman kendisine göre bir düzen yapardı. Karataş meyhanelerinden birine ya da Rum Yatağı olan Kerahori'de bir tavernaya uğrayacaktı. Bu durumda mezeleri kendi düşünürdü : İzmir'in ünlü iri boyda karidesleri, şamfıstığı ile tuzlu badem, tarator, halka halinde kızartılmış patlıcan, beyin salatası, içi ançuvezle dolmuş yeşil zeytin ve daha başkaları.."

Peki, neydi "başkaları" ?..
Dörde bölünmüş lop yumurtaların üzerleri bezelye ezmesiyle kaplanarak birazcık kırmızı biberle süslenmiş meze, börülce taratoru, sarmısaklı yoğurtla karıştırılmış semizotu, üzerine dereotu serpiştirilmiş zeytinyağlı enginar, yine dereotu eksik bırakılmamış zeytinyağlı taze bakla, kuru bakladan yapılan ve üzerine zeytinyağı akıtılmış fava..





(LÜTFÜ DAĞTAŞ'ın "İZMİR Gazinoları 1800'lerden 1970'lere" adlı kitabından derlenmiştir.)  

   

29 Nisan 2015 Çarşamba

"İNSAN" YÖNÜYLE HASAN TAHSİN..



Elimize "Hukuk-ı Beşer" gazetesinin 22 Mart 1919 tarihli sayısını alalım ve "Alt Tabaka" başlıklı yazıdan bir bölüm okuyalım  :

"Bizde en çok düşünülecek bir sınıf varsa, o da şüphesiz alt tabakadır. Çiftçi, makineci, dükkancı, özetle emekçi sınıfın ve işin oluşturduğu bu halk tabakası, alnının teriyle ekmeğini kazanır. Devletin hazinesini çalışma payı ile doldurur, asker olur, kan vergisini de öder. Buna karşılık çoğunlukla düşünülmez, ihmal edilir, hatta bir seçme ve seçilme hakkına sahip olamaz. Seçilme hakkına sahip olmak az çok vergi veren, yani zengin olanların nakit bir bedel vererek, bin bir dolap çevirerek askere gitmemek, varlıklı olanların hatırı sayılmak, servet ve zenginlik sahiplerinin hakkıdır. Fakir olmak, sefalet mahkumu olmakla birdir. Umumi olması gereken okullar bile patron çocuklarına mahsustur. Fakir sabahtan akşama kadar kızgın güneşin altında çalışır, didinir, fakat bu kadar çalışma gayreti ile beraber ailesi yine de hakkıyla refaha eremez. Ve çocuğunun çalışmasına da muhtaç olur. O sebepten çocuklarını da çalışmaya çabalamaya sevk eder. Ve nihayet çocuklar öğrenim çağını geçirirler. Bu suretle cahil kalanların sayısı, çoğunluğu oluşturuyor.."

Yazıdan da açıkça belli olduğu gibi, eğitimin "patronların çocuklarına" açık olmasından rahatsızlık duyan bir yazarla karşı karşıyayız.  Paralı eğitime karşı olduklarını Millet Meclisi'nde dile getirdikleri için öğrencilere ağır cezalar vermek, "Hukuk-ı Beşer" gazetesinin yazarını da mahkum etmektir. Devletin öğrencilerden para almasına karşı çıkanlar "alt tabaka"nın çocukları değil midir ? Emekçiler, dar gelirli insanlar, paraları olmadığından dolayı çocuklarını okutmamakta, onları çalışmaya sevk etmektedir. Askere gidip "kan vergisi" ödeyenler de o çocuklardır..
Üniversitelerde harç alınmasını protesto eden öğrencilere atılan tekmeler, tokatlar, "Alt Tabaka" başlıklı yazının yazarını da yaralamaktadır. Çünkü o, okulların yalnızca zengin çocuklarına açık olduğu bir ülkeyi sevmiyordu. Birilerinin "Ya sev ya terk et" dediğini duyar gibiyim. Yazarımız bu konuda da şunları söylemişti : "Vatanımız beni kurtarınız,  beni kucaklayınız, aman beni terk etmeyiniz..." 

O yazar, 15 Mayıs 1919 tarihinde, İzmir'e çıkan işgal askerlerine ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin'den başkası değildir !..
Bu ülkenin gerçek kahramanları, emperyalizm uşakları değil, Hasan Tahsin gibi "alt tabaka"yı düşünen, okulların onların çocuklarına da açık olmasını isteyenlerdir.



Asıl adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin, kadın hak ve özgürlüklerini savunan, yazılarında "bir sosyalist sıfatıyla temenni ediyorum" açıklamasıyla dünya görüşünü dışa vuran bir gazetecidir.. Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde siyasal bilimler eğitimi aldığı yıllarda, Belçikalı sosyalist Emile Vandervelde'nin konferanslarını izlemiş ve Fransız Devrimi'nden etkilenerek gazetesinin adını "Hukuk-ı Beşer" yani "İnsan Hakları" koymuştur..
Romanya'yı Türklere karşı kışkırtan İngiliz Buxton kardeşlere suikast düzenlemek üzere "Gazeteci Hasan Tahsin" adını alan Osman Nevres, Teşkilat-ı Mahsusa'nın verdiği bu görevde başarılı olamaz. Almanların Romanya'yı işgal etmesiyle özgürlüğüne kavuşup İstanbul'a gelse de, İttihat ve Terakki kendisinden rahatsız olur.. Adını aldığı Hasan Tahsin de, İttihat ve Terakki tarafından öldürülen bir gazetecidir..
Talat Paşa'nın sağladığı son derece parlak ticaret olanaklarıyla İzmir'e gönderilen Hasan Tahsin, "Hatıra" adlı bir şirket kurar. Savaş vurguncularının arasında kendisinden tiksinir ve çıkarmaya başladığı "Hukuk-ı Beşer" gazetesinin 12 Mart 1919 tarihli sayısında şunları yazar :

"Zalim savaşlar, bir avuç insanımızı sildi süpürdü, kalanlara karşı da, hamdolsun biz nankörlük ediyor, onları rencide etmek, bize memlekete yüz çevirtmek için, evet, faaliyet sahasından uzaklaştırıp meydanı yine körlere, topallara, acizlere bırakabilmek için çalışıyoruz."



Bağımsızlık için, emperyalizme karşı ilk kurşunun bir gazeteci tarafından sıkıldığı ilkokul sıralarından itibaren öğretilir, ama Hasan Tahsin'in bir tek yazısı olsun neden okutulmaz ?..
İzmir'deki İlk Kurşun anıtında Hasan Tahsin elinde tabanca tutarken boy gösterir. Heykelin altına bir mafya üyesinin adı yazılsa hiçbir şey değişmez. Çünkü sistem Hasan Tahsin'in düşüncesine değil, elindeki tabancaya sahip çıkıyor !...



(SUNAY AKIN'IN "Ayçöreği ve Denizyıldızı" adlı kitabından alıntıdır.)  


14 Nisan 2015 Salı

BİR DÜŞ MÜYDÜ O İZMİR !..

1938 İzmir doğumlu değerli sanatçı Dinçer Sümer'in okumaya doyamadığım kitabından birkaç bölümü paylaşmak istedim sizlerle... Bakalım sizin de burnunuzun direği sızlayacak mı ?!..




(...) Teneke doldu taştı tulumbanın suyuyla. Annem, bir güzel suladı taşlığı. Küçük avlumuz serinledi biraz daha, çiçeklerimizin kokusu daha duyulur oldu. Ortancalar daha bir pembe-beyaza, karanfiller daha kırmızıya, fesleğenler daha yeşile boyandı. Limon ağacının dalında iki serçe sekişti. Güneş, kocaman bir şeftali gibi, damların üstünden inip gitmekteydi (...)
Babam içeri geçmiş, annem hasırı yayıp da şilteleri yerleştirinceye kadar, trenci giysilerini çıkarmış, geldi. Pijamasının altını giymiş, üstüne atlet fanila. Ayağına takunyalarını geçirirken,
- Osman'ım, yapış tulumbanın koluna da bir serinlesin hele şu yorgun baban !, dedi.
Yapıştım tulumbanın koluna, asıldım, güldür güldür su boşandı. Babam, ayaklarını, ellerini, kollarını, boynunu, yüzünü bir güzel yıkadı.
- Ooohh ! diye sıvazladı saçlarıyla ensesini.  Hay yaşayasın benim koçum !
Annem havlu tuttu babama. Babam da havluyu alırken, annemi yanağından öptü. Annem tatlı tatlı güldü babama. Ben de güldüm kendi kendime, kalbimden. Bu akşamüstü her şey pek hoştu küçük avlumuzda. Limon ağacındaki serçeler kadar sevinçliydim.
- Hanım, ne yiyeceğiz bu akşam ?
- Kuruköfte yaptım, cacık, üç beş de biber patlıcan közledim..
- Nazife be, ne lokum-şeker kadınsın ! Diyorum ki..
Annem, lafın arkasından ne geleceğini biliyordu :
- İyi iyi, tamam, yolla Osman' ! dedi.
"Haydi fırla !" der gibi göz kırpınca babam, hemen seyirttim. Seslendi ardımdan :
- Osman, para al cebimden !
- Tamam baba, biliyorum..
Beş lira aldım babamın cebinden. Emin Amcanın dükkanına koştum. Üç ev ötemizde, köşebaşındaydı.
- Dimitrakopulos şarabı, dedim. En küçük şişe olacak, ama buz gibi soğuk olsun !
420 kuruş geri verdi Emin Amca.
- Sıkı tut avcunda parayı, düşüreyim deme ! Boş şişeyi getirdiğinde, 15 kuruş daha vereceğim.
(...) Yaşasın ! Cümbüş de çalar bu gece babam. "Gözlerinden içti gönlüm neşeyi" şarkısını da söyler. Annem de katılır babamın şarkısına usuldan. Ben de sırt üstü yatarım hasırın üstüne, yıldızlara bakarım .....

.....

        

Konak'tan vapura binip, lokma tatlısı yemeye gelmiştik Karşıyaka'ya. Denizin kıyısındaki masada oturuyoruz. Ortalık bir şenlik, şamata ki, sormayın gitsin, sanırsınız bayram (...)
Bol şuruplu tatlılarımızı yedik, çay içtik, sonra kalkıp iskeleye doğru yürüdük. Kıyı boyunca güzel dükkanların, pastanelerin, lokantaların önünden geçtik. Karşıyaka'nın insanları, daha güzel giyimli, pabuçları gıcır gıcır boyalı ve galiba bizden daha uzun boyluydular. Hepsinin renk renk naylon gömlekleri, kollarında altın saatleri vardı. Atlı tramvaylar, faytonlar geçti yanımızdan tıkır mıkır. otomobillerin içinde süslü teyzeler gördüm (..)

....




- Osman ! Hey Osman !
Bilal, evlerinin taş merdivenine oturmuş, el ediyor bana. Gittim.
- On dokuz numarayı da buldum. Ah, bir de yedi numarayı bulsam ! Yedi numarada Altaylı Bayram'ın resmi varmış.
"Golden" sakızlarının içinden çıkan ünlü futbolcuların resimlerini sıralayıp yaymış eşiğin üstüne. Otuz resim tamam olunca, bisiklet kazanacak Bilal.
- Bak, bu Beşiktaşlı Şükrü.. Bu da Fenerbahçe kalecisi Cihat.. Bu, Altınordulu Arap Sait..
Hepsini tanıyor, isimlerini ezbere biliyor Bilal. Bazılarını da küçük fotoğrafların arkasındaki yazılardan okuyor.
Bilal ikiye geçti. Ben bu yıl gideceğim okula.
- Ah, bir bulsam yedi numarayı ! "Rale" markaymış bisiklet, iki tekerlekli. Bak, burada yazıyor !
Okuyor sakızın kağıdından :
- Birden otuza kadar numaralı futbolcu resimlerini tamamlayanlar, "Rale" marka bisiklet armağanımızı kazanırlar !
Para isteyeceğim annemden. Emin bakkaldan sakız alacağım, eğer sakızdan yedi numaralı resim çıkarsa Bilal'e vereceğim....

9 Şubat 2015 Pazartesi

YAŞAM DEDİĞİN ZATEN BİR TİYATRO !...



İzmir'e bağlı Bademler Köyü'ne gittiğinizde mezarlığı ziyaret etmeden ayrılmayın sakın. Bir Alevi köyü olan Bademler'in camisi olmadığı gibi, mezarlığındaki taşlarda da dua dilenilmediğini göreceksiniz. Siz, içinizden gelirse dua edebilirsiniz ; ama bilin ki, mezarlarda yatan insanlardan hiçbiri sizi buna zorlamıyor, "Ruhuna Fatiha" diye bir anımsatmada bulunmuyor.
Örneğin Musa Baran'ın mezartaşında şu yazılıdır :

"Dostlara merhaba, çocuklara selam olsun."

Beyni gibi yüzü de aydınlık olan Köy Muhtarı Mahmut Oral ile birlikte mezarlığı gezerken, bir mezarın üstüne konulan mermerden yapılma kitaba takıldı gözüm ! Mezarın taşında şu yazılıydı :

"Kitap sırdaşım, kitap dostum, ne bir yuvam var ne de bir eşim, kütüphaneciliktir sadece işim, kimseye muhtaç olmadan aniden gittim !"

Mahmut Oral şaşkınlığımı anlamış olacak ki, köyde bir kütüphane olduğunu söyledi. Mezarda yatan Mustafa Dikmen, kütüphaneye yıllarca emek vermiş, memurluk yapmış, köydeki sayısız kitapseverden biri !. 1986 yılında, 50 yaşında olan Dikmen'in lakabı olan "Kütüphaneci Garbis" mezartaşının arka yüzüne yazılı !.. Garbis, Vefa'da top oynamış eski bir futbolcunun adıdır. Mustafa Dikmen öylesine hayranmış ki bu futbolcuya, köy halkı onu bu lakapla çağırırmış !..




Mezar taşlarında, "Palet", "İmam", "Angarya Dayı" gibi adlara rastlayınca bir kat daha artıyor şaşkınlığım. Mahmut Oral bir kez daha yetişiyor imdadıma :

"Sunay Bey, biz mezartaşlarına orada yatan insanımızın hayattayken köyümüzün tiyatrosunda oynadığı roldeki adını da yazarız !.."

Bademler Köyü'nün tiyatro salonu olduğunu biliyordum ; ama mezartaşlarına tiyatro oyunlarındaki kahramanların adlarını yazmak !.. Eminim ki, bu davranışın dünyada bir eşi benzeri yoktur..

Bağımsızlık Savaşımızın  kahramanlarından Mustafa Anorak, 1927 yılında Bademler Köyü'ne öğretmen olarak atanır. Genç öğretmen, 1933 yılında, öğrencileriyle hazırladığı oyunu köyün meydanında sahneler. Köylülerin gönlünde o gün tutuşan tiyatro ateşi hiç sönmeden günümüze kadar taşınır. Bademler Köyü halkı, 1969'da kavuştukları tiyatro salonuna destek veren Yıldız ve Müşfik Kenter kardeşlerin adlarını hala saygıyla anıyorlar..




1963 yılında yönetmenliğini Metin Erksan'ın yaptığı ünlü "Susuz Yaz" filmi de bu köyde çekilmiştir. Köy halkından birçok insan, "Altın Ayı" ödülüne sahip bu filmin karelerinde boy göstermektedir..






  İlk basımı : İstanbul 2004