29 Nisan 2015 Çarşamba
"İNSAN" YÖNÜYLE HASAN TAHSİN..
Elimize "Hukuk-ı Beşer" gazetesinin 22 Mart 1919 tarihli sayısını alalım ve "Alt Tabaka" başlıklı yazıdan bir bölüm okuyalım :
"Bizde en çok düşünülecek bir sınıf varsa, o da şüphesiz alt tabakadır. Çiftçi, makineci, dükkancı, özetle emekçi sınıfın ve işin oluşturduğu bu halk tabakası, alnının teriyle ekmeğini kazanır. Devletin hazinesini çalışma payı ile doldurur, asker olur, kan vergisini de öder. Buna karşılık çoğunlukla düşünülmez, ihmal edilir, hatta bir seçme ve seçilme hakkına sahip olamaz. Seçilme hakkına sahip olmak az çok vergi veren, yani zengin olanların nakit bir bedel vererek, bin bir dolap çevirerek askere gitmemek, varlıklı olanların hatırı sayılmak, servet ve zenginlik sahiplerinin hakkıdır. Fakir olmak, sefalet mahkumu olmakla birdir. Umumi olması gereken okullar bile patron çocuklarına mahsustur. Fakir sabahtan akşama kadar kızgın güneşin altında çalışır, didinir, fakat bu kadar çalışma gayreti ile beraber ailesi yine de hakkıyla refaha eremez. Ve çocuğunun çalışmasına da muhtaç olur. O sebepten çocuklarını da çalışmaya çabalamaya sevk eder. Ve nihayet çocuklar öğrenim çağını geçirirler. Bu suretle cahil kalanların sayısı, çoğunluğu oluşturuyor.."
Yazıdan da açıkça belli olduğu gibi, eğitimin "patronların çocuklarına" açık olmasından rahatsızlık duyan bir yazarla karşı karşıyayız. Paralı eğitime karşı olduklarını Millet Meclisi'nde dile getirdikleri için öğrencilere ağır cezalar vermek, "Hukuk-ı Beşer" gazetesinin yazarını da mahkum etmektir. Devletin öğrencilerden para almasına karşı çıkanlar "alt tabaka"nın çocukları değil midir ? Emekçiler, dar gelirli insanlar, paraları olmadığından dolayı çocuklarını okutmamakta, onları çalışmaya sevk etmektedir. Askere gidip "kan vergisi" ödeyenler de o çocuklardır..
Üniversitelerde harç alınmasını protesto eden öğrencilere atılan tekmeler, tokatlar, "Alt Tabaka" başlıklı yazının yazarını da yaralamaktadır. Çünkü o, okulların yalnızca zengin çocuklarına açık olduğu bir ülkeyi sevmiyordu. Birilerinin "Ya sev ya terk et" dediğini duyar gibiyim. Yazarımız bu konuda da şunları söylemişti : "Vatanımız beni kurtarınız, beni kucaklayınız, aman beni terk etmeyiniz..."
O yazar, 15 Mayıs 1919 tarihinde, İzmir'e çıkan işgal askerlerine ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin'den başkası değildir !..
Bu ülkenin gerçek kahramanları, emperyalizm uşakları değil, Hasan Tahsin gibi "alt tabaka"yı düşünen, okulların onların çocuklarına da açık olmasını isteyenlerdir.
Asıl adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin, kadın hak ve özgürlüklerini savunan, yazılarında "bir sosyalist sıfatıyla temenni ediyorum" açıklamasıyla dünya görüşünü dışa vuran bir gazetecidir.. Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde siyasal bilimler eğitimi aldığı yıllarda, Belçikalı sosyalist Emile Vandervelde'nin konferanslarını izlemiş ve Fransız Devrimi'nden etkilenerek gazetesinin adını "Hukuk-ı Beşer" yani "İnsan Hakları" koymuştur..
Romanya'yı Türklere karşı kışkırtan İngiliz Buxton kardeşlere suikast düzenlemek üzere "Gazeteci Hasan Tahsin" adını alan Osman Nevres, Teşkilat-ı Mahsusa'nın verdiği bu görevde başarılı olamaz. Almanların Romanya'yı işgal etmesiyle özgürlüğüne kavuşup İstanbul'a gelse de, İttihat ve Terakki kendisinden rahatsız olur.. Adını aldığı Hasan Tahsin de, İttihat ve Terakki tarafından öldürülen bir gazetecidir..
Talat Paşa'nın sağladığı son derece parlak ticaret olanaklarıyla İzmir'e gönderilen Hasan Tahsin, "Hatıra" adlı bir şirket kurar. Savaş vurguncularının arasında kendisinden tiksinir ve çıkarmaya başladığı "Hukuk-ı Beşer" gazetesinin 12 Mart 1919 tarihli sayısında şunları yazar :
"Zalim savaşlar, bir avuç insanımızı sildi süpürdü, kalanlara karşı da, hamdolsun biz nankörlük ediyor, onları rencide etmek, bize memlekete yüz çevirtmek için, evet, faaliyet sahasından uzaklaştırıp meydanı yine körlere, topallara, acizlere bırakabilmek için çalışıyoruz."
Bağımsızlık için, emperyalizme karşı ilk kurşunun bir gazeteci tarafından sıkıldığı ilkokul sıralarından itibaren öğretilir, ama Hasan Tahsin'in bir tek yazısı olsun neden okutulmaz ?..
İzmir'deki İlk Kurşun anıtında Hasan Tahsin elinde tabanca tutarken boy gösterir. Heykelin altına bir mafya üyesinin adı yazılsa hiçbir şey değişmez. Çünkü sistem Hasan Tahsin'in düşüncesine değil, elindeki tabancaya sahip çıkıyor !...
(SUNAY AKIN'IN "Ayçöreği ve Denizyıldızı" adlı kitabından alıntıdır.)
14 Nisan 2015 Salı
BİR DÜŞ MÜYDÜ O İZMİR !..
1938 İzmir doğumlu değerli sanatçı Dinçer Sümer'in okumaya doyamadığım kitabından birkaç bölümü paylaşmak istedim sizlerle... Bakalım sizin de burnunuzun direği sızlayacak mı ?!..
(...) Teneke doldu taştı tulumbanın suyuyla. Annem, bir güzel suladı taşlığı. Küçük avlumuz serinledi biraz daha, çiçeklerimizin kokusu daha duyulur oldu. Ortancalar daha bir pembe-beyaza, karanfiller daha kırmızıya, fesleğenler daha yeşile boyandı. Limon ağacının dalında iki serçe sekişti. Güneş, kocaman bir şeftali gibi, damların üstünden inip gitmekteydi (...)
Babam içeri geçmiş, annem hasırı yayıp da şilteleri yerleştirinceye kadar, trenci giysilerini çıkarmış, geldi. Pijamasının altını giymiş, üstüne atlet fanila. Ayağına takunyalarını geçirirken,
- Osman'ım, yapış tulumbanın koluna da bir serinlesin hele şu yorgun baban !, dedi.
Yapıştım tulumbanın koluna, asıldım, güldür güldür su boşandı. Babam, ayaklarını, ellerini, kollarını, boynunu, yüzünü bir güzel yıkadı.
- Ooohh ! diye sıvazladı saçlarıyla ensesini. Hay yaşayasın benim koçum !
Annem havlu tuttu babama. Babam da havluyu alırken, annemi yanağından öptü. Annem tatlı tatlı güldü babama. Ben de güldüm kendi kendime, kalbimden. Bu akşamüstü her şey pek hoştu küçük avlumuzda. Limon ağacındaki serçeler kadar sevinçliydim.
- Hanım, ne yiyeceğiz bu akşam ?
- Kuruköfte yaptım, cacık, üç beş de biber patlıcan közledim..
- Nazife be, ne lokum-şeker kadınsın ! Diyorum ki..
Annem, lafın arkasından ne geleceğini biliyordu :
- İyi iyi, tamam, yolla Osman' ! dedi.
"Haydi fırla !" der gibi göz kırpınca babam, hemen seyirttim. Seslendi ardımdan :
- Osman, para al cebimden !
- Tamam baba, biliyorum..
Beş lira aldım babamın cebinden. Emin Amcanın dükkanına koştum. Üç ev ötemizde, köşebaşındaydı.
- Dimitrakopulos şarabı, dedim. En küçük şişe olacak, ama buz gibi soğuk olsun !
420 kuruş geri verdi Emin Amca.
- Sıkı tut avcunda parayı, düşüreyim deme ! Boş şişeyi getirdiğinde, 15 kuruş daha vereceğim.
(...) Yaşasın ! Cümbüş de çalar bu gece babam. "Gözlerinden içti gönlüm neşeyi" şarkısını da söyler. Annem de katılır babamın şarkısına usuldan. Ben de sırt üstü yatarım hasırın üstüne, yıldızlara bakarım .....
.....
Konak'tan vapura binip, lokma tatlısı yemeye gelmiştik Karşıyaka'ya. Denizin kıyısındaki masada oturuyoruz. Ortalık bir şenlik, şamata ki, sormayın gitsin, sanırsınız bayram (...)
Bol şuruplu tatlılarımızı yedik, çay içtik, sonra kalkıp iskeleye doğru yürüdük. Kıyı boyunca güzel dükkanların, pastanelerin, lokantaların önünden geçtik. Karşıyaka'nın insanları, daha güzel giyimli, pabuçları gıcır gıcır boyalı ve galiba bizden daha uzun boyluydular. Hepsinin renk renk naylon gömlekleri, kollarında altın saatleri vardı. Atlı tramvaylar, faytonlar geçti yanımızdan tıkır mıkır. otomobillerin içinde süslü teyzeler gördüm (..)
....
- Osman ! Hey Osman !
Bilal, evlerinin taş merdivenine oturmuş, el ediyor bana. Gittim.
- On dokuz numarayı da buldum. Ah, bir de yedi numarayı bulsam ! Yedi numarada Altaylı Bayram'ın resmi varmış.
"Golden" sakızlarının içinden çıkan ünlü futbolcuların resimlerini sıralayıp yaymış eşiğin üstüne. Otuz resim tamam olunca, bisiklet kazanacak Bilal.
- Bak, bu Beşiktaşlı Şükrü.. Bu da Fenerbahçe kalecisi Cihat.. Bu, Altınordulu Arap Sait..
Hepsini tanıyor, isimlerini ezbere biliyor Bilal. Bazılarını da küçük fotoğrafların arkasındaki yazılardan okuyor.
Bilal ikiye geçti. Ben bu yıl gideceğim okula.
- Ah, bir bulsam yedi numarayı ! "Rale" markaymış bisiklet, iki tekerlekli. Bak, burada yazıyor !
Okuyor sakızın kağıdından :
- Birden otuza kadar numaralı futbolcu resimlerini tamamlayanlar, "Rale" marka bisiklet armağanımızı kazanırlar !
Para isteyeceğim annemden. Emin bakkaldan sakız alacağım, eğer sakızdan yedi numaralı resim çıkarsa Bilal'e vereceğim....
(...) Teneke doldu taştı tulumbanın suyuyla. Annem, bir güzel suladı taşlığı. Küçük avlumuz serinledi biraz daha, çiçeklerimizin kokusu daha duyulur oldu. Ortancalar daha bir pembe-beyaza, karanfiller daha kırmızıya, fesleğenler daha yeşile boyandı. Limon ağacının dalında iki serçe sekişti. Güneş, kocaman bir şeftali gibi, damların üstünden inip gitmekteydi (...)
Babam içeri geçmiş, annem hasırı yayıp da şilteleri yerleştirinceye kadar, trenci giysilerini çıkarmış, geldi. Pijamasının altını giymiş, üstüne atlet fanila. Ayağına takunyalarını geçirirken,
- Osman'ım, yapış tulumbanın koluna da bir serinlesin hele şu yorgun baban !, dedi.
Yapıştım tulumbanın koluna, asıldım, güldür güldür su boşandı. Babam, ayaklarını, ellerini, kollarını, boynunu, yüzünü bir güzel yıkadı.
- Ooohh ! diye sıvazladı saçlarıyla ensesini. Hay yaşayasın benim koçum !
Annem havlu tuttu babama. Babam da havluyu alırken, annemi yanağından öptü. Annem tatlı tatlı güldü babama. Ben de güldüm kendi kendime, kalbimden. Bu akşamüstü her şey pek hoştu küçük avlumuzda. Limon ağacındaki serçeler kadar sevinçliydim.
- Hanım, ne yiyeceğiz bu akşam ?
- Kuruköfte yaptım, cacık, üç beş de biber patlıcan közledim..
- Nazife be, ne lokum-şeker kadınsın ! Diyorum ki..
Annem, lafın arkasından ne geleceğini biliyordu :
- İyi iyi, tamam, yolla Osman' ! dedi.
"Haydi fırla !" der gibi göz kırpınca babam, hemen seyirttim. Seslendi ardımdan :
- Osman, para al cebimden !
- Tamam baba, biliyorum..
Beş lira aldım babamın cebinden. Emin Amcanın dükkanına koştum. Üç ev ötemizde, köşebaşındaydı.
- Dimitrakopulos şarabı, dedim. En küçük şişe olacak, ama buz gibi soğuk olsun !
420 kuruş geri verdi Emin Amca.
- Sıkı tut avcunda parayı, düşüreyim deme ! Boş şişeyi getirdiğinde, 15 kuruş daha vereceğim.
(...) Yaşasın ! Cümbüş de çalar bu gece babam. "Gözlerinden içti gönlüm neşeyi" şarkısını da söyler. Annem de katılır babamın şarkısına usuldan. Ben de sırt üstü yatarım hasırın üstüne, yıldızlara bakarım .....
.....
Konak'tan vapura binip, lokma tatlısı yemeye gelmiştik Karşıyaka'ya. Denizin kıyısındaki masada oturuyoruz. Ortalık bir şenlik, şamata ki, sormayın gitsin, sanırsınız bayram (...)
Bol şuruplu tatlılarımızı yedik, çay içtik, sonra kalkıp iskeleye doğru yürüdük. Kıyı boyunca güzel dükkanların, pastanelerin, lokantaların önünden geçtik. Karşıyaka'nın insanları, daha güzel giyimli, pabuçları gıcır gıcır boyalı ve galiba bizden daha uzun boyluydular. Hepsinin renk renk naylon gömlekleri, kollarında altın saatleri vardı. Atlı tramvaylar, faytonlar geçti yanımızdan tıkır mıkır. otomobillerin içinde süslü teyzeler gördüm (..)
....
- Osman ! Hey Osman !
Bilal, evlerinin taş merdivenine oturmuş, el ediyor bana. Gittim.
- On dokuz numarayı da buldum. Ah, bir de yedi numarayı bulsam ! Yedi numarada Altaylı Bayram'ın resmi varmış.
"Golden" sakızlarının içinden çıkan ünlü futbolcuların resimlerini sıralayıp yaymış eşiğin üstüne. Otuz resim tamam olunca, bisiklet kazanacak Bilal.
- Bak, bu Beşiktaşlı Şükrü.. Bu da Fenerbahçe kalecisi Cihat.. Bu, Altınordulu Arap Sait..
Hepsini tanıyor, isimlerini ezbere biliyor Bilal. Bazılarını da küçük fotoğrafların arkasındaki yazılardan okuyor.
Bilal ikiye geçti. Ben bu yıl gideceğim okula.
- Ah, bir bulsam yedi numarayı ! "Rale" markaymış bisiklet, iki tekerlekli. Bak, burada yazıyor !
Okuyor sakızın kağıdından :
- Birden otuza kadar numaralı futbolcu resimlerini tamamlayanlar, "Rale" marka bisiklet armağanımızı kazanırlar !
Para isteyeceğim annemden. Emin bakkaldan sakız alacağım, eğer sakızdan yedi numaralı resim çıkarsa Bilal'e vereceğim....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)